Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
416
Baskı Tarihi
2009
Yazılış Tarihi
1923
ISBN
978-975-10-2884-6
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Aslıhan Karay Özdaş
Memleketimizde hiçbir anı Minelbab İlelmihrab kadar ilgi çekmemiş, Meclis'e kadar yansıyan gürültü koparmamıştır. İki kez yayını durdurulan eserin ancak 1948'de, yazarın ikinci Aydede dergisinde tam yayını mümkün olabilmiştir. Önemli yoğunluktaki yeniden basılması istekleri karşısında, hâlâ mizahi bir anlatımla o devrin tanınmış kişilerini gözümüzde canlandırdığına ve Mütareke yıllarına ışık tuttuğuna inanıyoruz. Bu anılar, yazarı dediği üzere, bir savunma olmayıp yalnızca günü gününe hislerin işlendiği Mütarake Devrinin özel bir tarihçesidir.
(Tanıtım Bülteninden)
Neden Altını Çizdim?
Kelimeler ne kuvvetli silah!
Maslup, maktul, mahnuk, mecruh, mecnun, mazrup, mahpus, menfi ve menkûp
O ana kadar Cemal Paşa'yı şahsen hiç görmemiştim; yalnız "Harp Mecmuası "nda, "Tasviri Efkâr'da resimlerini seyrederdim. İlle Sina cephesinde mi, Medine yolunda mı, ne, Enver Paşa ile beraber otomobilde çekilmiş bir fotoğrafı zihnime hak olmuştu. Belliydi ki, o ufacık bıyıklı, körpe Başkumandanın arabada sağına geçmiş olması canını sıkmıştı, nüfuz ve kudretini hissettirmek için haddinden fazla kabarmış, yayılmış, yaslanmış, gözlerini açıp sakalını da dimdik ettiğinden heybetli bir manzara almış, hülasa otomobili o kaplamıştı. Enver Paşa sağda olmasına rağmen onun yanında, imparatorla gezmeye çıkmış genç veliaht gibi acemi ve utangaç duruyordu. İşte benim zihnimin Cemal Paşası bu resimdeki Cemal Paşa idi. .
(...)
Cemal Paşa denince muhalifleri bir yılgınlık alırdı; zira onun bir zamanlar zulümde ölçüsü, eziyette terazisi yoktu; o mintarafillah" imhamıza memur olmuş gibi ama kendinden geçmiş, pür cezbe bir halde çalışır, aleyhimize mücahede ederdi!" Muhalefet cephesinde maslup, maktul, mahnuk, mecruh, mecnun, mazrup, mahpus, menfi ve menkûp" olarak böyle mimli ve aynı vezinli zarardidelerin yekünu bini geçerdi, sonra himaye ettikleri de oldu ya...
maslup: asılmış, maktul:öldürülmüş, mahnuk:haksızlığa uğramış, mecruh:yaralanmış, mecnun:delirtilmiş, mazrup:dövülmüş, mahpus:hapsedilmiş, menfi:sürülmüş menkûp:işinden atılmış zarardîde:zarar görmüş
maslup: asılmış, maktul:öldürülmüş, mahnuk:haksızlığa uğramış, mecruh:yaralanmış, mecnun:delirtilmiş, mazrup:dövülmüş, mahpus:hapsedilmiş, menfi:sürülmüş menkûp:işinden atılmış zarardîde:zarar görmüş
Sayfa Sayısı
352
Baskı Tarihi
1997
Yazılış Tarihi
1979
ISBN
975-437-065-6
Baskı Sayısı
8. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Türkiye’deki anarşinin otopsisidir. Romanda, yalnız boşa giden gençliklerin hikâyesini değil, içine düşürüldüğümüz kaosun çarpıcı grafiğini de bulacaksınız. Yıllardan beri Türkiye’de bütün görevleri, ödevleri ve sorumlulukları, dolayısı ile de toplum hayatımızı paslandıran kalleş demagojileri sergilemektedir. eri ve sorumlulukları, dolayısı ile de toplum hayatımızı paslandıran kalleş demagojileri sergilemektedir. İnsana ve insanın gerçek hayatına kurulan tuzağın romanlaşmasıdır bu kitap.
Bir şey yapmışsan veya yapıyorsan zaman'dan korkma!
- "Beni pek moruk bulduğun belli. Ama asıl moruklayan sensin. Anlatayım bak: Bir şey yapmayan veya yapmakta olmayan bitmiş demektir. Yani moruktan da fazla. Zaman'a ihanettir bu. Zaman da kendisine ihanet edenle hesap kesiverir. Ammaa, bir şey yapmışsan veya yapıyorsan zaman'dan korkma; çünkü senin içindir o ve artık senin için vardır. Bir takım pimpiriklerin ölümsüzlük, ölümsüzlük, deyip durdukları şey işte budur.
Türü
Roman
Sayfa Sayısı
242
Baskı Tarihi
2007
Yazılış Tarihi
1943
ISBN
975-7663-92-1
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Aysel Yüksel
Bu kitap, uzun yıllar boyunca geçirdiği çilelerle, "güneşi seyrettiğin göklere bak, aksettiği kalıplara değil" diyecek bir iç olgunluğuna varan, böylece gerçek aşkı bularak "Son Menzil"e ulaşan kişinin serencâmını anlatır.
Neden Altını Çizdim?
Klasik "sezgici" bakış..
Elmayı nasıl bilirsiniz?
Bilmek... Bu insanlar için en mesut tecelli.
Bilmemek ise en hazin nasip. Doğruluğun ne güzel bir şey olduğunu bilmeyen adamın hırsız, katil, şerir olması, güzelliği bilmeyen kimsenin gaddar, zalim, kan içici olması gibi. ..
Bazen idrakimiz hududuna sokulmamış öyle manalar var ki, nedense bunların arayıcısı ve avcısı olmayı bir nevi külfet telakki ediyoruz. Benim için, elmanın evsafını ve mürekkebatını bilen, fakat onu hiç tatmamış olan alimden, bu meyveyi dilinde ve damağında birçok defalar hissetmiş bir cahil daha nasiplidir.
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
220
Baskı Tarihi
1998
Yazılış Tarihi
1982
ISBN
975-437-042-7
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Hicret'in 15. asrına girdiğimiz şu yıllarda 'İslam bir inanç sistemi ve hayat nizamı olarak bütün dünyanın ilgisini çekmektedir. ''İslamın Bugünkü Meseleleri'' adıyla neşrettiğimiz eserde yazar, bu meseleyi sosyal ilimci gözüyle incelemişti. Bu kitapta ise, aynı metodla tasavvuf meselelerini ele almaktadır. Günümüzde tasavvuf Türk aydınının zihnini ne bakımlardan meşgul etmektedir? Çağımızın tarih, felsefe, sosyoloji-psikoloji bilgileri hesaba katıldığında, tasavvuf üzerinde nasıl bir değerlendirme yapılabilir? Tasavvufi düşüncenin geleceği ne olabilir? Tasavvufun İslam'daki yeri nedir?
Neden Altını Çizdim?
Der tarik-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk
Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk!
Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk!
Budizm'de "terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk"
Budizm'de elemden kurtulmak için ahlakı tasfiye (purification) veya tefekkür yolu kullanılabilir. Hinduizm'de tefekkür ve teemmülün son noktası nirvana, yani ferdi ruhun evrensel ruh ile birleşmesi idi. Budizm'de nirvana ruhun bir bedenden öbürüne dolaşarak hayata devam etmesinin (reincarnation) son bulmasıdır. Buda bunu sönen bir ışık misali ile anlatır. Bir lamba söndüğü zaman nasıl bir daha ışık vermezse, nirvana'ya ulaşan insanın hayatı da artık bir başka surette daha ortaya çıkmaz. "Oluş" sona ermiştir. Esaseri nirvana "sönme" demektir; bütün düşünce, irade ve duyumlar ortadan kalktığı, "söndüğü" zaman nirvana bulunmuştur. Bu noktaya varmak hemen yapılacak bir şey değildir, uzun bir yol ve sıkı bir disiplin işidir. Nirvana sadece negatif tarafıyla -herşeyin sönmesi- tarif edildiği için onun gerçekte -pozitif olarak- neye tekabul ettiği, yani herşey sönünce ne olduğu iyice bilinmiyor. Nitekim Buda bu konudaki soruları cevapsız bırakmış, esas olan sönmedir ve sönme kurtuluştur. sonrası hiç önemli değildir diye cevap vermiştir. işte vecd hali insanın dünya ile her türlü bağının koptuğu bir halalmak itibariyle Buzidm'de özel bir yer işgal eder.
Budist disiplinin ilk merhalesinde her türlü arzuya karşı lakayd kalınır, Budist salik -yogi- sadece nirvana'yı ister, başka hiçbir arzu beslemez. İkinci merhalede her türlü düşünce ve hükme karşı kayıtsızlık hakimdir: zihin hayatı durur, sadece duygu hayatı kalır. Üçüncü merhalede ise herşey, bu arada duygu da kaybolur. Bu, dünyada iken ölmektir.
Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
287
Baskı Tarihi
2007
ISBN
978-975-470-599-7
Baskı Sayısı
14. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Mahmut ali Meriç
Aydın mı dersiniz, entelektüel mi dersiniz? İki kavrama farklı anlamlar mı yüklersiniz? Aydınlardan/ entelektüellerden çok şeyler mi beklersiniz, hiçbir şey beklemez misiniz?.. Öyle ya da böyle, kültürle derinlemesine alışveriş kaygınız varsa, zaman eksenine düşünce mesaisi düşürebiliyorsanız, bu kavramlar üzerine kafa yorarsınız, bu sorulara cevap ararsınız, ufuk ararsınız. Cemil Meriç’in “hakikatte içi de, dışı da bir” mağarayı anlattığı kitap, Mağaradakiler, bir “geniş ufuk” kitabı.
Namuslu aydın, kucağında yaşadığı çevreye uymayandır!
Kitaplardakilerle, yaşanan gerçek arasındaki uçurum entelektüeli yaralamaktadır. Artık o, kutsiyetine inandığı bir dâvanın alemdarı değil, muzdarip bir vicdandır. Karşısında iki yol var: Kurulu düzenin yalanlarını ilmileştirmek, yani bir hakikat çarpıtıcısı, daha doğrusu bir çoban köpeği olmak veya ezilenlerin yanında yer almak, her haksızlığa karşı gelmek, her yalanı susturmak, her samimiyetsizliği ifşa etmek.
Demek ki, namuslu aydın, kucağında yaşadığı çevreye uymayandır. Yine Koestler'i dinleyelim: "Keyfi yerinde olanların hür düşünceye ne ihtiyacı var? Bilgi susuzluğu, meçhulün bir endişe kaynağı olduğu sosyal zümrelerin imtiyazı. Mutlular pek mütecessis olmazlar. Ezilen büyük çoğunluğun ise hür düşünceyi kullanmaya zamanı da, imkânı da yok. Mevcut değerleri ya kabul eder, ya ret. Her iki durumda da ne objektiflik, ne de vuzuh sözkonusudur. Kısaca, düşünmek bu iki zümre arasında (mutlular ve sömürülenler) sıkışıp kalanların işidir. Intelijansiya bir nevi zardır; çeşitli vasıfları olan bölgeler arasında uzanır.
Ne var ki, intelijansiyayı orta sınıfla karıştırmamalıyız. Hür düşünce, bir yokluk duygusundan, ılımlı bir sosyal tedirginlikten, bir dengesizlikten doğar. Kendine özgü bir tedirginlik bu. Bir çeşit aydın hastalığı. Entelektüel, ne maden ocaklarında, ne fabrikalarda çalışmak zorundadır. Kabiliyetlerini geliştirmek için belli imkânlara sahiptir, ama bu imkânlar yetmez ona. Kurulu düzene baş kaldırması bundan. Düşünce, mutlular için bir lüks, eksiklik duyan için ihtiyaç. Kitapla hayat, nazarî bilgi ile günlük rutin arasındaki uçurum doldurulmadıkça, tefekkür iki kutuptan birine yönelecektir: Ütopya veya beyin yıkama.
Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
192
Baskı Tarihi
Ocak 2013
ISBN
978-605-08-0273-3
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Sakine Korkmaz
Felsefi düşüncenin babası Herakleitos sayılmak gerekir
Düşünce objesinin tikelden genele dönüşümünü gerçekleştiren Thales ise, somuttan soyuta dönüşümünü gerçekleştiren de Herakleitos olmuştur. Herakleitos'un sorusu Thales'inkinden temelli bir biçimde farklıdır. Thales, "Dünya'nın ilk maddesi (arkhe) nedir?" diye soruyordu. Herakleitos, bu soruyu "Dünya'nın temel ilkesi nedir?" biçiminde değiştiriyor. Thales, dünyanın ilk maddesini 'su'dan başlatarak dünyanın oluşumunu bir ardzamanlı soykütüğe bağlamaktaydı. Deyiş yerindeyse, 'su', ondan türeyen öteki maddelerle dünyayı bir 'ata'dan gelen kuşaklara bağlıyor gibiydi.
Herakleitos'un sorusu ise, eşzamanlılığı imliyor: "Dünya'nın temel ilkesi nedir?" sorusuna 'değişim' yanıtını vererek, kuruluşundan bu yana hiç değişmeyen bir ilkeyi dile getirmiş oluyor. Gerçekten de dünya kurulduğundan bu yana, değişmeyen tek ilke, dünyanın sürekli değişiyor olmasıdır. Geçmişte olduğu gibi, bugün de, değişme vardır. O nedenle, dünyanın temel koyucu ilkesi olarak 'değişme', dünyanın ardzamanlı değil, eşzamanlı kavranışını da beraberinde getirmiştir. Bu ilkenin eşzamanlılığı, dünyaya ilişkin açıklamaların bilimsel oluşuna doğru atılmış ilk adımdır. Herakleitos ile birlikte, düşünce objesi soyut ve geneldir artık; 'değişme', soyut ve genel bir düşünce objesi olarak kavramsallığı imler ve Herakleitos'la birlikte 'mitos'tan 'logos'a geçiş süreci tamamlanmış olur. Öyleyse, felsefi düşüncenin başlangıcını Thales ile değil, Herakleitos ile temellendirmek doğru olacaktır. Çünkü Thales, düşünce objesini genelleştirmiş ama soyutlamamıştır, bunu gerçekleştiren Herakleitos olmuştur.
Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
287
Baskı Tarihi
2007
ISBN
978-975-470-599-7
Baskı Sayısı
14. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Mahmut ali Meriç
Aydın mı dersiniz, entelektüel mi dersiniz? İki kavrama farklı anlamlar mı yüklersiniz? Aydınlardan/ entelektüellerden çok şeyler mi beklersiniz, hiçbir şey beklemez misiniz?.. Öyle ya da böyle, kültürle derinlemesine alışveriş kaygınız varsa, zaman eksenine düşünce mesaisi düşürebiliyorsanız, bu kavramlar üzerine kafa yorarsınız, bu sorulara cevap ararsınız, ufuk ararsınız. Cemil Meriç’in “hakikatte içi de, dışı da bir” mağarayı anlattığı kitap, Mağaradakiler, bir “geniş ufuk” kitabı.
Cübbesi yaldızlı piskopos veya posta bürünen sıska, sarı, pasaklı keşiş önünde, Hıristiyanlığı kabul eden Germen...
Cübbesi yaldızlı piskopos veya posta bürünen sıska, sarı, pasaklı keşiş önünde, Hıristiyanlığı kabul eden Germen, bir sihirbaz karşısındaymış gibi korku duyar. Av dönüşü veya içki sonrası kendine gelince esrarlı ve muhteşem bir mavera rüyasına kapılır, bilinmeyen bir adalet hülyasına dalar. Uykudaki vicdanı beklenmedik tehlikelerin tehditiyle sesini yükseltir. Bir mabedi mi soyacak, sakın gözlerim kararıp acılar içinde kıvranmayayım diye, duraklar. Onu rahibin himayesi altında yaşayanların toprağına, köyüne, kentine saldırmaktan alıkoyar bu endişe. Hayvanca bir öfkeye veya ilkel bir içgüdüye kapılır da cana kıyar veya hırsızlık ederse, felâket veya hastalık günlerinde pişman olur. Çaldığının iki katını, on katını, hatta yüz katını ödemeye kalkışır ve adaklar verir kiliseye. Rahipler böylece bulundukları her ülkede yenilenler ve ezilenler için sığınaklar kurdular ve gittikçe genişlettiler onları. Uzun saçlı başbuğların, kürklü hükümdarların yanında taçlı piskoposla başı traşlı papaz da yer almaya başladı. Eli kalem tutan ve konuşmasını bilen yalnız onlardı.
Kâtiptiler, müşavirdiler, din bilgini idiler. Fermanları yazar, yönetime katılırlardı. Hükümet aracılığıyla cihanşümul düzensizliğe bir parça düzen vermeye, kanunları daha akla uygun, daha insanca yapmaya, takvayı, irfanı, adaleti, mülkiyeti ve bilhassa aileyi sağlamlaştırmaya veya ayakta tutmaya çalışırlardı. Şüphe yok ki medeniyeti onlar kurdu, evet yarım yamalak, şöyle böyle, zaman zaman yok olan bir medeniyet. Ama Avrupa'yı bir Moğol anarşisine yuvarlanmaktan bu medeniyet korudu. XII. asrın sonlarına kadar hükümdar rahibin baskısı altındadır. Ne var ki rahip bu nüfuzunu hükümdarın ve daha aşağıdakilerin hayvanca iştihalarını, kanın ve etin ayaklanışlarını ve toplumu tahrip eden vahşet nöbetlerinin nüksetmesini önlemek için kullanır. Yalnız o kadar mı? Kiliselerinde ve manastırlarında insanoğlunun irfan hazinelerini de korur rahip: Latinceyi, hıristiyan edebiyatını ve din bilimini, Eski Çağ edebiyat ve ilimlerinin bir kısmını, mimariyi, heykeli, resmi, ibadete yardımcı sanat ve hirfetleri, insana ekmek, giyecek, mesken sağlayan daha değerli sanatları, yağmacı ve tembel barbarın serseri mizacına ters düşen ve beşerî fetihlerin en mühimi olan çalışma zevkini ve alışkanlığım. Roma'nın haracı, isyanlar, Germen istilâsı, eşkiya saldırıları yüzünden harab olan köylerde çalışır ve dikenler arasında kulübesini yükseltir papaz. Etrafında bir zamanlar ekilip biçilen geniş kıraçlar vardır. Yoldaşları ile el ele vererek bu çorak toprakları temizler, yarı vahşî hayvanları ehlileştirir, bir çiftlik, bir değirmen, bir demir ocağı, bir fırın, kundura ve elbise atölyeleri kurar. Tarikatın emrine uyarak her gün iki saat okur, yedi saat elleriyle çalışır. Kût-u lâyemutla yaşar. Kafasıyla çalışır, can-u gönülden ve istikbali düşünerek; öteki insanlardan daha çok üretir. Kanaatkardır, tedbirlidir, tutumludur;
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
248
Baskı Tarihi
Temmuz 2009
Yazılış Tarihi
1990
ISBN
978-975-550-004-9
Baskı Sayısı
17. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
İnsanlar "kuru et yiyen bir kadının oğlu" olan bir Peygamber yerine, elmas taçlı, sırma kaftanlı bir "Peygamber" tasavvur ediyorlardı. Yalnız tasavvur etmekle kalmıyorlar, ömrü boyunca bunlardan nefret eden ve uzak duran Nebi´den geriye kalan hatırayı bu tasavvura uygun aksesuarlarla süslüyorlardı. Yani insanlar "bir kul gibi yeyip bir kul gibi yaşayan" bir peygambere inanmak yerine, tasavvurlarında kayser ve kisra´ya benzettikleri bir peygambere inanmayı yeğliyorlardı. Özetle insanlar "bir kul gibi yaşamak"tan daha çok "kayser ve kisra gibi yaşamaya" taliptiler.
Allah'a itaat etmeyene siz de itaat etmeyin.
Halkın hür biati üzerine hilâfeti kabul eden Ömer b. Abdülaziz onları şöyle uyarır:
"Bu ümmetin bireyleri arasında Rableri, Nebileri ve Kitabları konusunda herhangi bir ihtilâf yoktur. İhtilafların tümü dinar ve dirhem yüzündendir. Vallahi kanunsuz ve haksız olarak ne bir kimseye bir kuruş veririm, ne de alırım. Hakkı olanın hakkını reddetmem."
"Ey insanlar! Allah'a itaat edene itaat etmek şarttır. Allah'a itaat etmeyene siz de itaat etmeyin. Bu ilkeye uyduğum sürece siz de bana uyunuz, değilse bana itaat etmeyiniz. Çünkü ben Allah'a itaat etmediğim zaman sizin üzerinizde itaat gibi bir yükümlülük kalmaz.
Türü
Roman
Sayfa Sayısı
701
Baskı Tarihi
2009
Yazılış Tarihi
1941
ISBN
978-975-10-3025-2
Basım Yeri
İstanbul
1888 yılında Beylerbeyinde doğan Refik Halid, 18.yüzyıl sonlarında bir kolu Mudurnudan İstanbula göçen Karakayış ailesindendir. Galatasaray Sultanisi ve Mekteb-i hukuk da okuyan yazar, Meşrutiyet sıralarında gazeteciliğe başlamıştır.Kısa sürede üne kavuşmuş Fecri Ati edebiyat topluluğunun kurucularından olmuştur. Kirpi adıyla taşlamaları ve siyasal yazıları sonucu İttihat Terakki hükümetince Anadolu nun çeşitli illerinde 5 yıl sürgüne gönderilmiş, ancak 1.Dünya Savaşının son yılı İstanbula dönebilmiştir.Dönüşünde Robert Kolejde Öğretmenlik, Sabah Gazetesi başyazarlığı, ilk kez Posta-Telgraf Genel Müdürlüğü yapan Refik Halid, bu ara tanınmış Aydede mizah dergisini de çıkarmıştır. Bazı siyasal davranışları yüzünden memleketten ayrılmak zorunda kalan yazar, Halebe yerleşerek Vahdet Gazetesini çıkarmış, Hatayın Türkiyeye bağlanmasında yazıları ve çalışmaları ile katkıları olmuştur. 1938de yurda dönen Refik Halid, çeşitli dergi ve gazetedeki günlük yazıları ve 20 kadar romanı ile yaşamını sürdürmüştür. 18.7.1965 tarihinde İstanbulda ölen yazar; tekniği, dilinin güzelliği, taşlamalarının inceliği ve tasvirlerinin kuvveti ile ün yapmış, Modern Türk Edebiyatının temel taşlarından biri olmuştur. (Arka Kapak)
Neden Altını Çizdim?
Romanda İrfan, Hediye'nin eşidir.
İnsan çürümeye mahkûm bir varlık değildir...
Bahçeyi dolaşmak vesilesiyle beraber çıktıkları vakit ablasına birdenbire dedi ki:
"Ben artık dönmeyeceğim; evime temelli geldim. Dur, söyleyeceğim: Hani düğünde sakallı bir adam vardı, kadınlar etrafından ayrılmıyordu... Bu bir Şeyh'miş, bizimkilerin ve İrfan'ın Şeyhi... Tapıyorlar ona... İstediler ki ben de öyle yapayım... Ama, anlıyor musun? Ne arzu ederse hepsini... Asıl zorlayan da İrfan. Aylardan beri didişip duruyorum; artık canıma tak dedi."
Hediye ilk önce işi kavrayamadı; zira havsalasının alamayacağı bir şeydi bu... Nihayet kavradı; o derece şaştı, sersemledi ki bir ağaca dayanmaya mecbur oldu. İki kardeş yaşlı gözlerini, birbirlerinden utanarak yere eğmişlerdi. Şeyh muradına ermemiş olmakla beraber böyle bir şeyi aklından geçirdiğini düşünerek olmuşçasına mahcuptular. İkisinin düşünce ve endişesi bir noktada birleşti: "Anamız ne kadar üzülecek!"
Şu var ki az sonra ferahladılar. Bir felaket önlenmiş, atlatılmıştı; epeyce zor günler, aylar geçirecekler, mahkemelere girecekler, uğraşacaklardı ama aile namusu kurtarılmıştı. Hediye, küçük kız kardeşine sarıldı, onu derin şefkatine eklenen bir hürmetle kucakladı, öptü, okşadı.
Süha Kalenderli bu sahneyi görse ve bu ahlaklı duyguları öğrenseydi insan cemiyetinin bir tarafından başlayınca bütünü ile kokmaya, çürümeye mahkûm bir varlık olmadığına, sağlam kalmış unsurlardan kuvvet alarak tutunduğuna inanırdı. Ayrıca bu tutunmanın güzelliğini, şiirini de beğenirdi.
Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
253
Baskı Tarihi
Eylül 2009
ISBN
978-975-253-978-2
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Emine Eroğlu
Modern(leşmiş) okur-yazarların katı reflekslerinin aksine Hilmi Yavuz, şiirsel-düşünsel serüveninin başından beri çokyönlü okumalarıyla, kendine özgü bir yol üzerinde yürüyerek, özellikle tasavvuf irfanından devşirdiği birikimi ve inşa ettiği duyarlılığı hem şiiri hem de düzyazıları açısından temel bir kaynak haline getirmiştir.
İslam’ın Zihin Tarihi de şiirden felsefeye, tasavvuf irfanından siyasete geniş bir ilgi alanına ilişkin tecessüsünü dersleriyle, söyleşileriyle ve yazılı tanıklıklarıyla dile getiren Hilmi Yavuz’un İslam üzerine yazdığı makalelerden oluşuyor.
Yaban toplumlarda büyü-din ve bilim ilişkisi
Büyünün, 'ilkel bir bilim' olduğu görüşü de antropologlar tarafından öne sürülmüştür, Edward Tylor, bu görüşü savunanların başında gelir. Tylor'a göre, hem büyü hem de bilim nedensellik ilişkisine dayanır.
Tylor'un büyüyü, nedensellik dolayımında ilkel bir bilim saymasında, yadırganacak bir yan yoktur. Büyünün bu anlamda ilkel oluşu, bilimden farklı olarak sürekli aynı olguyu, istenen sonucu vermiyor olmasına karşın, 'neden' olarak varsayıp sınamaya devam etmesidir.
Bilineni yineleyelim: Bilimde bir olgu, varsayım (hipotez) olarak öne sürülüp sınanır, istenen sonuç alınamıyorsa, bu varsayımdan vazgeçilerek, başka bir varsayımın sınanmasına geçilir. İstenen sonuç alınıncaya kadar bu sınamaya (deneme) ve vazgeçmeye (yanılma) devam edilir.
Büyü pratiğindeyse durum böyle değildir. Sonuç alınamasa da büyücü, deyiş yerindeyse, aynı olguyu bir neden olarak kullanmaya devam eder. Evans-Pritchard, büyü pratiğinin bir olguyu, sonuç vermediği halde kullanmayı sürdürmesini, büyü yapan yaban insanın 'nesnel gerçeklik' düşüncesinden yoksun olmasına bağlar. Levy-Bruhl'e göre ise, yaban (ya da onun deyişiyle, prelojik) zihin, deneye karşı şerbetlidir (impermeable).
Wittgenstein, Tylor'un büyünün nedensellik ilişkisine dayandığı düşüncesini toptan reddeder. Ona göre, büyü bir dileğin dile getirilmesinden başka bir şey değildir.
Örneğin, tarlasından iyi ürün alınması için büyü yaptıran bir çiftçi, büyü yaptırdığı için tarlasını sulamak ya da gübrelemekten vazgeçmez. Büyü, bu anlamda bir dilektir, o kadar! Askerdeki oğlunun fotoğrafını öpen kadın, o öpücüğün oğlunun yanağında da hissedileceğini düşünmez, Wittgenstein'a göre o öpücük, kadının oğluna duyduğu özlemin ve onun sağ salim evine dönmesi dileğinin ifadesidir.