Akıllı insan her şeyden evvel ıstıraptan ve tacizden azâde olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti, dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır; ve böylelikle sözüm ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra, münzeviyane bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse büsbütün yalnızlığı seçecektir.
Malayani
İnsanların yarenlik için hemcinslerinin, oyalayıcı şeylerin, eğlencenin, her türden lüzumsuz lüksün peşine düşmesi, esas itibariyle bu deruni ruhsal boşluk (bönlük) nedeniyledir, ki çoklarını savurganlığa ve sefalete sürükler. Hiçbir şey böyle bir sefalete karşı deruni zenginlik, ruh zenginliği kadar iyi bir koruma sağlamaz, çünkü o arttıkça sıkıntıya yer kalmaz.
İnancın bireyselleştirilmesi
Modern kavramı altında özetlediğimiz kültür bağlamı, ticaret ve sanayinin gerektirdiği temel değerler üzerine inşa edilmiştir. Ticaret, diğer bir deyişle değişimden sonra birikimsel bir artı-değer üreten düzen, varlığını sürdürebilmek için temel iki ilkeye gereksinim duyar: Serbestlik ve öngörülebilirlik.
Metalar arasında değişimin, yalnızca değişiliyor olmaktan kaynaklanan bir artı-değer üretebilmesi, feodal toprak düzenin sabit, yerel ve fevkalâde kısıtlı pazar sınırlarının çok daha fazla genişletilmesini gerektirmekteydi. Bu ise bir
ayrıcalıklar ve keskin hiyerarşiler toplamı olan feodal toplumun ne yetkeci örgütlenmesine, ne böyle bir eşitsizlik düzenini ideolojik olarak yeniden üreten din-gelenek ideolojik bağlamıyla uyumludur. O yüzden, ticaretin egemen
üretim biçimi haline dönüşmesi sürecinde, binyıllar boyu tarım toplumlarında toplumsal gündemin öncelikli bir maddesi olmayan özgürlük kavramı, kısa sürede felsefi temelleri inşa edilmeye başlanan bir talep haline dönüşmüştür.
Piyasanın eşitler arasında bir karşılaşma, değişimin serbest iradenin yöneliminde fikirlerin rekabeti olmadığı bir durumda birikim rejimi olanaksızdır. Ancak böyle bir serbesti halinin ideolojik olarak meşrulaşması için, tarım
toplumlarının örgütlenme biçimlerindeki en temel dayanaklardan birinin çözülmesi, din-devlet bütünleşmesinin bozulması gerekir. İnancın kolektif bir olgu olmaktan çıkıp bireye atfedilmesi, politikanın, ticaretin artı-değerini
kontrol etme ve (eşit olmayan şekilde) dağıtma aracı haline gelmesi, bireyin, cemaatin ve geleneklerin boyunduruğundan kurtulmasıyla mümkün olabilirdi. Seküler dünya anlayış, böyle bir temel gereksinim üzerinde gelişmiştir.
İnancı bireyselleştirmek, aynı zamanda bireyi bir irade birimi olarak tasavvur etmek anlamına gelir. Böylece en azından kuramsal-yasal olarak serbest olan piyasada, doğallaştırılmış ayrıcalıkların etkili olmadığı, eşitler arası bir rekabet mümkün olabilir. Ayrıca kapitalist birikim rejimin temeli olan yenilik gereksinimi, ancak bireyin bir özgür irade sahibi olabildiği toplumsal ortamda gerçekleşebilir.
Öngörülebilir bir düzlem olarak dünya
Sanayi, geniş köylü kitlelerini cazibe merkezi olmaya başlayan kentlere yönelterek, köklü üretim ve yaşam biçimi değişikliklerini harekete geçirmiştir. Sanayi üretiminin temel olduğu bir toplumsal düzen, öncelikle hareketliliği, ilerlemeyi, yanlışlanabilir bilgi rejimini, merakı, keşfi erdem haline getirmiştir. Ancak bunun için, geleneğin ilişkileri zaman ve mekâna çivileyen boyunduruğundan kurtulup ölçülebilir bir doğa anlayışına varmak gerekli olmuştur. Sanayi üretimi, Dünya'nın öngörülebilir bir düzlem olarak tahayyül edildiği, bunun için de hesaplanabilir birimlere bölündüğü bir anlam şemaları bütünü oluşturmuştur.
Enformasyonun yumuşak ve sıvı akışkanlığı
İnsanlığın her üretim biçimine geçişi daha hızlı ve zorlu bir süreç olmuştur. Yüz binlerce yıl toplayıcılık, on binlerce yıl avcılık yapan insan türü ve öncülleri, büyük dönüşümler getiren tarıma birkaç bin yılda geçebilmiştir. Neolitik Devrim başladıktan yaklaşık beş-altı bin yıl sonra artık bir tarım uygarlığının dünya çapındaki yaygınlığından söz edebiliriz. Ticaretin egemen üretim biçimi olması yaklaşık dört yüz yıl kadar sürmüştür. Ticaretin ileri aşaması olan sanayi uygarlığı, çok köklü üretim biçimi, örgütlenme ve değerler dönüşümü gerektirirken, bu kapsamın aksi yönünde, ona uyum sağlamak için, insanlara, özellikle emekçi kitlelerine çok az zaman tanımıştır. Sanayi uygarlığı, o güne dek insan türünün keşfettiği ve yaşam biçimi olarak benimsediği doğayla az ya da çok bütünleşik üretim süreçlerine oranla ciddi bir tarihsel kopuşu oluşturur. Oysa tarımın dünyasına ayarlanmış değerler, ahlâk, anlam şemaları aynı hızda değişememişlerdir. Bizatihi toplumbilimin özerk bir bilim dalı olarak yükselişi, bu fazla hızlı geçişin yarattığı toplumsal sorunları özgün yöntembilim çerçevesinde anlama çabasının sonucudur. Nihayet enformasyon toplumuna geçiş, yalnızca birkaç on yıl içinde gerçekleşmiştir. Bir üretim biçimini terk edip bir diğerine doğru evrimleşmek, yalnızca maddi koşulların değişmesi değil, bütün bir anlam dünyasının sökülüp yerine yenisinin inşa edilmesidir. Ancak sorun bu yeniden inşanın, üretim biçiminin maddi boyutunda olan kadar hızlı gerçekleşememesidir. Her üretim biçimi bir öncekinden hızlı bir geçişi gerektirmiştir. Böylece her üretim biçimi değişmesi, git gide daha travmatik izler bırakan bir toplumsal çalkantı hali doğurmuştur. Günümüzün karmaşık, akışkan, parçalı gerçekliğinin matrisini oluşturan enformasyon rejimi, yalnızca bir ekonomik süreç değildir; yeni ve katılığını koruyamayan değerler, olgular ve toplumsallaşma biçimlerini içeren yeni bir örgütlenme kipidir. Sanayinin gerektirmiş olduğu katı biçimler, yerlerini enformasyonun yumuşak ve sıvı akışkanlığına terk etmektedirler. Gerçeklik kavramı ve deneyimi, insanlık tarihinde ilk kez bölünmüştür, Sanal deneyim yeni bir üretim ortamı sunarken, aynı zamanda yeni bir var oluş bağlamı inşa etmektedir. Sanal gerçekliğin akışkan ve plastik olgusallığı, bireyin artık çoğul bir kimlik deneyimini geliştirmesine olanak sağlamaktadır; kimlik katı bir aidiyet olmaktan ziyade bir strateji meselesi haline gelmiştir. Sürekli çözülen ve yeniden bileşen kimlikler söz konusudur. (McGuigan, 1992: 226) Kimlik stratejilerinin önemli bir katalizörü tüketim ekseninde toplumsallaşma biçim ve alanlarıdır. Tüketim eylemleri, artık önemli ölçüde, bir var oluş düzlemini çizmektedirler. Bu hızlı değişmenin sonucu toplumbilimin kurucu kavramlarından biri olan anomi, bireyselleşmeyi ve cemaatleşmeyi aynı anda çoğaltan bir hakikat rejiminin diyalektik salınımlarında çoğul ve karmaşık bir görünüm arz etmektedir. Enformasyon toplumunda gözlemlendiği şekilde anomi, sanayi toplumunun katı aidiyet bağlamlarının nasıl ve ne yönde erimekte olduğunu açıklıkla ortaya koymaktadır.
Akıllı insan her şeyden evvel ıstıraptan ve tacizden azâde olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti, dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır; ve böylelikle sözüm ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra, münzeviyane bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse büsbütün yalnızlığı seçecektir.
Izdırap ve Can Sıkıntısı
En genel gözlem bize insan mutluluğunun iki temel düşmanının ıstırap ve can sıkıntısı olduğunu gösterir. Daha ileri gidip, birinden yakamızı sıyıracak kadar talihli olma ayrıcalığımızın düzeyinin bizi diğerine yaklaştırdığını söyleyebiliriz. Aslına bakılırsa hayatın bize sunduğu, bu ikisi arasında, az veya çok şiddetli bir salınımdır. Bunun sebebi bu iki kutuptan her birinin diğeri için çift yönlü, harici ya da nesnel, deruni ya da öznel bir çatışmayı içinde barındırmasıdır. Haricen, ihtiyaç içerisinde bulunmak ve yoksunluk ıstırap üretir; buna karşılık eğer bir insan sahip olması gerekenlerden daha fazlasına malikse bu sefer de yakasını can sıkıntısına kaptırır. Dolayısıyla aşağı sınıftakiler günlerini ihtiyaçları tedarik için sürekli bir mücadele ile, bir başka ifadeyle, ıstırapla geçirirken yüksek sınıflar can sıkıntısıyla biteviye ve çok kere umutsuz bir savaş halindedirler.
Yaşam ve Hayat
Her toplumsal örgütlenme mantığı, insanın doğayla kurduğu belli bir ilişki sisteminin cinsinden tanımlanır. İnsan türü, 'vios'unu (yaşam) yalnızca doğaya tâbi bir oluş içinde kabullenmeyi reddeder; var oluşunun temellerine, onu diğer türlerden açık bir şekilde ayıran irade ekler. Böylece salt vios bir zöi'ye (hayat) dönüşür. Bununla birlikte vios ne kadar bireysel bir var oluşsa (genel türsel özellikleri taşımasına rağmen biricik bireyde vücut bulmuş kendine münhasır içsel bir dengesistemi), zoi de bir o kadar toplumsal ölçekte kurulan, tekilliği aşan bir tarihsel var oluş düzeni halinde örgütlenir. Zira hayat, kurulup sürdürülür olabilmek için benzerlere gereksinim duyar. Alışveriş yapılan, bütünleşmenin dayanışma birimleri ya da çatışmanın kaynağı olan diğer insanlar, toplamda karmaşık bir etkileşim düzlemi oluştururlar. Ancak bu etkileşimin koşulları, genel kavramsal-ideolojik çerçevesi, üretim biçiminin gereklerine göre kurumsallaşan türdedir. Her üretim biçiminin doğayı dönüştürmede ve insanlar arası ilişkileri düzenlemede temel ölçü olarak aldığı bir üretim aracı vardır; hayat bu temel üretim aracına göre hem biçim kazanır hem anlam içerir. İnsanlık tarihinin önemli bir kısmı, doğaya büyük ölçüde tâbi olunan üretim biçimlerinin egemen olduğu dönemlerden oluşur. Toplayıcı, avcı ve nihayet tarım toplumları, aşamalı bir şekilde insanın, doğanın doğrudan belirleyiciliğinden uzaklaşarak sürekli ve görece istikrarlı topluluklar halinde yaşadıkları dönemleri oluştururlar. Ticaret ve sanayi, ilk kez bir birikim düzeninin egemen olması anlamına gelir; süregitmeleri için kesinliklere ve öngörülebilirliğe gereksinim vardır. Günümüzün enformasyon düzeni ise bir yandan birikimi olabildiğince esnek hale getirmiş, diğer yandan ilk kez somut olmayan bir üretim ekseni, yeni bir toplumsal örgütlenme oluşturmuştur. Akışkanlık ve süreksizlik üzerine inşa edilen bu yeni toplumsal düzen kurgusu, etkileşimselliği hem nicel olarak çoğaltmış hem çoğul bir anlam alışverişi içine yerleştirmiştir. Hayat, günümüz dünyasında işte bu nedenle, hiçbir çağda olmadığı kadar karmaşıktır. Zoi hızla dönüşürken, genetik evrimin yasalarına tâbi olan vios, ciddi uyum sorunları yaşamaktadır.
Sanayi toplumundan enformasyon toplumuna geçiş
İkinci Dünya Savaşı ertesinde belirgin bir şekilde ve hız kazanarak biçimlenen yeni bir toplumsal örgütlenme mantığı içinde bulunmaktayız. Toplumbilime, özellikle 20.yüzyılın ikinci yarısında hâkim olan tartışmalar, bu büyük çaplı dönüşümün kurama yansımaları olarak değerlendirilebilir. Bu kuramların önemli bir kısmı, bireyi merkeze alan, etkileşimi önemseyen, akışkanlık ve geçiciliği eksen kabul eden yaklaşımlardır. 19. yüzyılın kurucu kuramlarının daha öncelikli kıldığı yapısal unsurlara karşı, çağdaş toplumbilim yaklaşımları, etkileşimsel ve ilişkisel boyutları vurgulayarak toplumsalı açıklamaya çalışmışlardır. Bunun en temel nedeni, sanayi toplumundan enformasyon toplumuna geçiştir. Özellikle 1960'lardan itibaren belirgin bir şekilde hızlanan bu dönüşüm,toplum kavramını köklü bir şekilde değiştirmiştir. Zira üretim ilişkilerinin doğası büyük ölçekli bir değişmeye mâruz kalmıştır. Bu süreç halen devam etmektedir. O nedenle yeni toplumsal oluşumları anlamak, kavramsallaştırmak ve açıklamak, halen toplumbilim disiplininin yaşamsal bir sorunudur.
Enformasyon Çağında Yabancılaşma, Ağ Toplumunda Anomi: Yeni Hakikat Rejimi ve Bölünmüş Gerçeklik Deneyimi
Buruk Şenlik
Günümüzün karmaşık dünyası buruk bir şenliğe benziyor; sürekli daha çok eğlenmeyi kendimize hak görüp bunun için sonu gelmez bir iştahla her şeyi hızla tüketirken, içimize gizlice oturan o sıkıntının huzursuzluğunu yaşıyoruz. Ondan kurtulmanın yegâne yolunun ise yine daha çok tüketmek olduğuna inanıyoruz. Tükenenin yalnızca madde olmadığını, kendi çaresiz varlığımız olduğunu fark edemeden sürekli endişe kaynağı olan bir performans tutkusunun peşinden gidiyoruz. Böylece o iç sıkıntısını hep o fazla gürültülü şenliğin alacalı renk ve biçim patlamalarına boğarak susturacağımızı düşünüyoruz. Her şenlikte üretici gücümüze biraz daha yabancılaşarak, her ilişkide nomos'un kerterizlerini biraz daha kaybederek. En coşkulu görünen şenlikte bile içimize sinsice oturan o burukluk bu yüzdendir.
Anakronik İki Kavram: Anomi ve Yabancılaşma
Toplumbilimci Barlas Tolan'ın 1970'lerin sonlarına doğru, bir doçentlik tezi olarak yazdığı, 1981'de kitaplaştırılarak yayınlanan, belli bir tanınırlığa kavuşmuş özgün eseri "Çağdaş Toplumun Bunalımı. Anomi ve Yabancılaşma", tam bu dönüşüm döneminin sancılarını, eski dünyanın kavramlarıyla anlama çabasıdır. Nitekim anomi ve yabancılaşma kavramları, esasen sanayi kapitalizminin yol açtığı toplumsal sorunlardır. Tolan, yıllar içinde birkaç toplum bilimci kuşağına esin kaynağı olan bu eserinde, hem kuramsal bir bilanço yapmış hem 1970'lerin dünyasının git gide büyümekte olan toplumsal rahatsızlıklarını, erken dönemde teşhis etmiştir. Diğer yandan, aslında farklı yazın ve kuramsal tavırların ürünü olan iki kavramı yeni bir sorunsal içinde buluşturmaya çalışmıştır.
../ Her ne kadar anomi ve yabancılaşma, kitabımızın başlığında ve içeriğindeki makalelerde az ya da çok tartışma konusu olsa da, bu kavramları yeniden canlandırmayı,yeni olgulara onlar ekseninde bakmayı öneren bir model geliştirmeyi hedeflemediğimizi belirtmek isterim. Bu anlamda, "Buruk Şenlik" bir risk alarak, görece anakronik kavramsal bir tartışmaya girmektedir. Ancak amacımızın bu kavramları kuramsal önermelerde merkeze almak olmadığını bir kez daha ifade etmekte yarar görüyorum.
Ali Ergur | Buruk Şenlik (Önsöz, s.9)
Artık 'büyük düşün'ülemeyen bir çağdayız
Artık 'büyük düşün'ülemeyen bir çağdayız. 19. yüzyılın babalar'ının kuramsal modelleme lükslerinden pek azına sahibiz. Ne sınıf (Marx), ne organizma (Spencer), ne rasyonelleşme (Weber), ne kolektif bilinç (Durkheim), ne bütünleşme (Parsons) gibi tümel kavramları büyük modeller oluşturmak için kullanabiliyoruz. Bu durum, kuramların zayıflığı nedeniyle değil,kapitalizmin köklü değişiklikler geçirip insan topluluklarının ilişki düzenlerini kökten sarstığı için böyledir. Artık büyük bir 'toplum' sistemine atıfta bulunarak toplumsalı hayal etmek mümkün değildir. Zira günümüz kapitalizmi, sanayi çağından farklı olarak enformasyon işlemekte, bu da çok daha esnek,akışkan, belirsiz, anlıksal bir eylem mantığını gerektirmektedir. Böyle bir yeniden oluşum, bütünlüğü ve sürekliliği olmayan ilişki biçimlerinin öneminin artışını getirmiştir.