Türü
Hikâye
Sayfa Sayısı
360
Baskı Tarihi
2009
Yazılış Tarihi
1938
ISBN
978-975-10-2981-2
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Aslıhan Karay Özdaş
"İstanbul'dan bahsedecektik. Uzakta kalanlar için İstanbul'un kaldırımları bozuk değildir, sokaklarda çamur ve süprüntü yoktur; tramvaylarda ve vapurlarda azap çekilmez. Musluklardan Terkos yerine kevser akar, sersemletici lodos ılık bir buse, dişleyici poyrazı bir serin nefestir.
Gözyaşı
Yeni tuttuğu hizmetçi kadına dedi ki:
"Dilin Anadolu'ya benzemiyor. Rumelili misin sen?" "Erfiçe köylerindendim. Alnımın yazısı imiş, buralara düştüm."
Anlıyor ki vaktiyle sarışın imiş, mavi gözlü imiş. Şimdi saçlar küçük aktar dükkanı bebeklerinin ne kıla, ne de ota benzeyen, dokunsanız hışırdayacağını sandığınız cansız, kuru, soluk rengini, şeklini almış. Gözleri eski şekerlenmiş şuruplar kadar donuk, fersiz, katı, suyu çekilmiş ... Dibe çökmüş bir gam tortusu. Bu kadar kuru, kabuğa benzeyen göze hiç rastlamamıştı. Belli ki bu kadın akşam rakısı zamanında, onun zevkini kaçıracak.
İçinden:
"Bir başkasını bulunca savarım!" dedi. Fakat hikayesini dinlediği için savamadı:
Balkan Harbi kopunca, hududa çok yakın olan köyde, bir akşamüstü şu korku yayılmış: Düşman geliyor!
Bu gelen o zamanki düşman din ve ırz düşmanıdır da ...
Müslüman erkeği süngüleyecek ve Müslüman kadınını kirletecek. Bütün köy halkı mal, mülk ne varsa bırakıp kaçmaya karar veriyor; bir anda at, öküz, araba, firar için ne vasıta varsa hepsi hazır oluyor.
Dul Ayşe de hazırdır; bir atın üstündedir. Terkisinde, beş yaşındaki oğlu, belinden sımsıkı sarılmış, önünde üç yaşındaki kızı bir kuşakla dizlerinden eğere bağlı, kucağında bir yaşına basmayan yavrusu uykuda...
Tepelerden, ara vermeyen, soluk aldırmayan bir yağmur iniyor; kış başlangıcı yağmuru... Biliyorlar ki bu böylece sürerse ovayı su basacaktır; çaylar kabaracak, nehirler taşacak, köprüler çökecek, yol, iz kalmayacaktır. Islak gece içinde, sırsıklam bir kafile, kimi yaya, kimi atla koşuyor, kaçıyor,
Öndeki ümit; ordumuza yetişmek, arkadaki korku düşman ordularına çiğnenmek!
Öne bakıyorlar: Çamur, yağmur, karanlık ... Şimşek bile çakmayan koyu, değişmez bir karanlık. Arkaya bakıyorlar: Gene öyle bataklıklar, su tabakaları, gece ... Dinliyorlar:
Uzaklarda kabaran derenin yüklü uğultusu ve yakınlarda çamura batıp çıkan ayakların boğuk hışırtısı...
Ayşe, beline dolanan ufak kolların ara sıra gevşediğini, duyuyor.
"Uyuma Ali," diyor, "uyuma!"
Önündeki baş yavaş yavaş dikliğini kaybediyor, dizine doğru eğiliyor:
"Uyuma Emine'm," diyor "uyuma!"
Sonra kucağında kıpırdamalar başlayıp hafif ağlamalar işitince:
"Uyu ciğerim," diyor, "uyu Osman'ım!"
At ikide bir sürçüyor, kapanıyor, soluyor, kendisini toparlıyor; gömülüyor, gene silkiniyor, gene ilerlemeye çabalıyor. O, yaşlı, romatizmalı, horada bir beygirdir. Toprak ise gittikçe vıcık bir hale gelmektedir. Yağmur kesilmek bilmediğinden saplanıp kalmaları veya taşan bir ırmağın akıntısına kapılarak boğulmaları ihtimali çoğalıyor.
Ayşe, yavrularına sarılarak ölmeyi, artık, atın ve kendisinin kudretsizliğine bakarak fena bulmaktadır. İçindeki en dehşetli korku şimdi budur: Atından ayrılarak üç canlı yükü ile yayan kalmak.
Nihayet bu oluyor.
Evvela çöken, sonra da başını uzatıp yan üstü uzanan, bir türlü kalkmak mecalini bulamayan attan iniyorlar; çarçabuk iniyorlar. Zira durmadan ilerleyen felaketin kafilesinden ayrı düşmek Ayşe'ye hepsinden daha korkunç geliyor.
Fakat geride kaldığını anlayıp bir müddet sıkı yürüyünce artık bu üç çocuğu birden taşımak, sürüklemek imkanı kalmadığını görüyor, hem koşuyor, hem düşünüyor: İkisini olsun kurtarmak için birini feda etmek, hafiflemek lazımdır.
Hangisini?
Ayşe, yanında dizkapaklarına kadar çamurlara bata çıka yürümeye çalışan Ali'nin minimini elini bırakmak istemiyor. Boynuna dolanan mecalsiz kolları da çözmeye cesareti yoktur. Kucağındaki ıslak, hareketsiz, sessiz bohça ona zaten cansız gibi görünüyor. Belki kendiliğinden, soğuktan, sudan, havasızlıktan, ezilmekten ölmüştür. Ananın bir ümidi budur: Yaşamadığını anlayarak, azapsız, kundağı bir tarafa, en az çamurlu, en az batak yere bırakıvermek ...
Bütün o kıyamet içinde, elinden 'tuttuğunu ve omuzlarında taşıdığını sürüklerken kucağındakine eğiliyor, dinliyor... Ses işitmemek, hareket duymamak ümidiyle dinliyor ve yavrusunun kısık kısık, ılık ılık ağladığını duyuyor, "Eyvah!" diyor.
Bu sırada, ilerleyen kafile, selin batıra çıkara, vura çarpa sürüklediği bir enkazdan başka bir şey değildir. Karanlığın içinde düşerek çamurlara gömülenler, üstüne basılarak ezilenler çoktur. Ayşe, hala yükünü atmaya razı olamıyor. Yüzü ve vücudu belki de, yağmurdan fazla döktüğü soğuk terle ıslanmıştır. Soluk soluğadır. Dizlerinde, ayaklarını çamurdan çekebilecek kudret gittikçe azalıyor, kollarında ve boynunda öyle bir kesiklik, bir uyuşma, bir karıncalanma, nihayet bir duyamayış var ki ... Gözlerini kapıyor, sol kolunun açılıp yükünü kendiliğinden bıraktığını ancak yarı anlayabiliyor. .
Şimdi göğsünün üstünde başka bir yük, daha ağır fakat daha sıcak, daha canlı, soluyan ve sarılan birini hissediyor:
Ali, gemi azıya almış bir atın arkasından, üzengiye takılı çekilen bir ceset gibiydi, yürümüyordu, yüzükoyun, elinden anasına bağlı sürükleniyordu. İşte o, şimdi, bağrının üzerindedir. Uzun bir hasretten sonra birbirlerine kavuşmuşlar gibi sokuluyorlar, belki seviniyorlar. Kaçma hala devam ediyor, yağmur ve çamur da beraber...
Böyle birkaç saat mi, yoksa birkaç dakika mı gene koşuyorlar; koşuyoruz sanıyorlar. Ayşe tükeniyor, demin yolda bıraktıkları at gibi yere uzanıvereceğini anlayarak haykırmak, birini imdadına çağırmak istiyor. Gene koşuyor ve birden, acayip bir hafiflik, bir canlılık duyuyor, ileriye hamle ediyor.
Neden sonra anlıyor ki boynundan sarılan zayıf, ufak kollar artık yoktur: Emine de dökülmüştür.
"Çık sırtıma Ali," diyor, "iyice sarıl, sıkı sarıl, sakın gevişeme!"
Ve böyle, kanının son ateşini yakarak, kayıp düşerek, gene kalkarak, gene yuvarlanarak yağmur, ter, gözyaşı yüzünü yıkaya yıkaya, biteviye, mola vermeden, yürüyor. Ali'sini kurtarmış olmak sevinciyle. Öbür felaketlere katlanıp ümit içinde yürüyor, kafileye yetişiyor, kafilenin önüne geçiyor, kafileyi geride bırakıyor ve seher vakti ay yıldızlı bir ıslak bayrak çekili küçük bir kasabaya varıyor. Yükünü bir cephane sandığının üstüne indiriyor:
"Kurtulduk Ali," diyor. "Kalk Ali!"
Ali kalkmıyor, kımıldamıyor. Ayşe saatlerden beri bir ceset taşıdığını anlamıyor, anlamak istemiyor, hala:
"Kalk Ali, kurtulduk Ali," diyor, gülümsüyor, mütemadiyen, geceki yağmur gibi dökülen coşkun gözyaşları içinde gülümsüyor ...
Hizmetçi donuk, fersiz, katı, suyu çekilmiş kuru böcek kabuğu gözlerini işaret etti:
"Bey," dedi, "işte o günden beri ben ağlayamam, ağlamak istesem de bilmem ki neden, gözlerimden yaş gelmiyor!"
Sayfa Sayısı
339
Baskı Tarihi
1997
Yazılış Tarihi
1974
ISBN
975-470-281-0
Baskı Sayısı
8. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Mahmut Ali Meriç
Türkiye'de son zamanda yetişmiş en önemli aydınlardan, büyük filozof Cemil Meriç'in belki de en önemli eseridir. Binlerce sayfanın bilgisini küçük bir kitaba sığdırabilecek kadar usta yazarın ilmek ilmek örgülediği eşsiz bir dantela... Avrupayı, Osmanlıyı, Hind'i ,Çin'i motiflediği bir kanaviçe resmi.. "Bu ülke" de Tagore'dan Kemal Tahir'e..Oradan Said Nursi'ye.. ve oradan da İbn Haldun'a kadar onlarca ismi bulabilirsiniz. (http://www.itusozluk.com/goster.php/bu+%FClke)
Neden Altını Çizdim?
obskürantizm: Fransızca karanlık anlamına gelen obscurité kelimesinden gelir. Bilgiyi tekelinde tutanların, bu gücü ellerinden kaçırmamak için geri kalanların bilgiye erişimini zorlaştırmak veya imkansız hale getirmeye yönelik çabalarına, bilginin anlaşılmasını zorlaştırmalarına verilen isimdir.
Slogan: İlkelin ideolojisi
Karanlıkta kavga olmaz. ideolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri. İstemesek de onlara muhtacız. Kaosu kosmos yapan insan zekası, tecrübelerini ideolojilerde sergilemiş. İdeolojiye düşmanlık, tek izm'e teslimiyettir: obskürantizme. İdeolojiler siyaset dünyasının haritaları, Haritasız denize açılınır mı? Ama harita tehlikeli bir yolculukta tek kılavuz olamaz. Pusulaya da ihtiyaç var. Pusula: şuur. Tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuuru. ideolojilerin peşine takılanlar pusulasızdırlar. Gemi ya kayalara çarptı, ya batağa saplandı. İdeolojilerin ışığına göz yumanları sloganlar yönetir. Karanlık kinlerin birbirine saldırttığı çılgın sürülerin savaş çığlığıdır, slogan. İlkelin, budalanın, papağanın ideolojisidir. Düşünce ile çığlık bağdaşmaz. Şuurun sesi çığlık değildir. Yabani bağırır, medeni insan konuşur. Bu çocuklar yıllarca konuşturulmadı. Hınçlarını üç beş kelime ile suratımıza tükürüyorlar. İdeolojileri yasakladığımız için hışımlarına uğradık. Demokrasinin demopedi olduğunu kimse düşünmedi. Aczin hürriyetperverliği yalanların en namussuzu. Bahşedilen hürriyet, ölmek ve öldürmek hürriyeti.
Toprak sarsılıyor!.. Hep birden esfel-i safiline yuvarlanmak istemiyorsak, gözlerimizi açmalıyız. İnsanlar sloganla güdülmez. Düşünceye hürriyet, sonsuz hürriyet. Kitaptan değil kitapsızlıktan korkmalıyız. Bütün ideolojilere kapılan açmak, hepsini tanımak, hepsini tartışmak Türkiye'nin kaderini onların aydınlığında fakat tarihimizin büyük mirasına dayanarak inşa etmek. İşte, en doğru yol.
Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
284
Baskı Tarihi
2010
Yazılış Tarihi
1969
ISBN
978-975-470-056-5
Baskı Sayısı
8. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Bahriye Çeri
Arka Kapak:
Yirminci yüzyılın ilk yarısında büyük bir üretkenlikle dergilere yazdığı şiir, öykü, makale ve eleştri türü yazılarla Türk edebiyatı sahnesine adımını atan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, romanları, hikayeleri, denemeleri, oyunları ve anılarıyla, en önemli edebiyatçılarımız arasında yer alır. Üslüp özellikleri bakımından Yakup Kadri´nin 1910´dan 1974´e dek verdiği eserler Türkçe´nin geçirdiği bütün evreleri yansıtır. Eserlerinin konu ve fikir zenginliği de dil özelliklerinin çeşitliliğinden aşağı kalmaz.
"Yeni Lisan","Milli Edebiyat"
(açılan davanın düşmesiyle) Fecr-i Ati adalet ve hukukça temize çıkmıştı ama, halk arasında yeni bir dedikodu konusu olmaktan kurtulamamıştı sanırım. Fakat, ben o dedikodular üzerinde durmağa hiç lüzum görmüyorum. Zira, bunlar çok geçmeden birer sabun köpüğü gibi dağılıp gitmişti. Lakin, o sıralarda Selanik'te Ziya Gökalp'in yöneticiliği altında çıkmakta olan Genç Kalemler dergisinin aleyhimize açtığı kampanya bu neviden değildi. Zira, bu kampanyanın, bence, fikri bir değeri olduğu kadar, ciddiye almamız lazım gelen bir politik karakteri de vardı. Genç Kalemler yazarları bizi Edebiyat-ı Cedide'nin kozmopolit çığırını devam ettirmek ve onun melez dilini kullanmakla itham ediyorlardı. Bundan başka, ortaya bir "Yeni Lisan", bir "Milli Edebiyat" bahsi atmışlardı.
Oysa, biz, tam bunların istediklerini yapmakta olduğumuz kanaatinde idik. Nitekim, hepimiz değilse bile, Refik Halit'le ben hikayelerimizi gittikçe sadeleşen bir Türkçe ile yazmakta ve hikayelerin konularını İstanbul şehrinin dar ve kozmopolit çevresine inhisar ettirmeyip bütün memleket hayatından almakta idik. Evet, Refik Halit -ki halis bir İstanbul çocuğudur- ilk yayınlanan hikayesinde bize bir köylü kızının örneğini vermişti ve bunu, günün birinde Memleket Hikayeleri adı altında topladığı Anadolu kasabalarının canlı ve realist tabloları takibedecekti. Ben ise, İstanbul'a ilk defa on yedi yaşında ayak basmış bir genç olmam itibariyle ancak Anadolu'dan bahsedebilirdim. Nitekim, hikayeciliğe birinci ve ikinci adımımı teşkil eden Baskın ve Bir Kadın Meselesi eserlerimin konusunu hep Manisa'da görüp işittiğim olaylardan almışımdır.
'Dil meseleslne gelince, biraz yukarıda söylediğim gibi, gerek Refik Halit'in gerek benim üslübum daima sadeliğe doğru gelişmekte idi ve bir gün gelecek, Genç Kalemler dergisinde "Yeni Lisan" denilen ağdasız ve temiz Türkçenin en munis örneklerini vermek -en az o derginin başyazarı Ömer Seyfettin kadar- bize nasip olacaktı ve yine günün birinde, bu cereyanın büyük önderi Ziya Gökalp, eski edebiyatçıların da bulunduğu bir mecliste, kendisine: "Üstadım, lisanımızdan Farisî ve Arabi kaidelerine göre yapılan terkipleri çıkarıp atalım, mütalaasında bulunuyorsunuz. Fakat, şimdiye kadar genç ediplerimiz arasında bu şekilde yazı yazmağa kim muvaffak olabilmiştir?" sualini soran Cenap Şahabettin'e, parmağının ucuyla beni göstererek: "İşte bu!" diyecekti. Bundan birkaç yıl sonra çıkardığı Yeni Mecmua'da başyazarlık vazifesini Refik Halit'e verecekti.
Lakin, ne yazık ki, iş bu sonuca varıncaya kadar Genç Kalemler'le Fecr-i Ati'nin organı olan Servet-i Fünün arasındaki polemikler çok çirkin bir şekil almıştı. Bu polemikler esnasında benim en çok hucum ettiğim "Yeni Lisan" tabiri idi. Muarızlarımız maksatlarını "Sade Türkçe" veya şimdiki deyimiyle "Öz Türkçe" şeklinde ifade etselerdi bu hücumlara belki de hiç Iüzum görmeyecektim. Benim nazarımda "Yeni Lisan", yeniden bir dil icat etmek manasını taşıyor ve böyle bir hareket bana tabiat-i eşyaya, mantığa, sağduyuya aykırı görünüyordu. Demek oluyor ki, dil davası ortaya yanlış bir formülle konulmuş bulunuyor ve bu yüzden onlarla bizim aramızda bir kördöğüşüdür alıp yürüyordu. Bereket versin ki, Fecr-i Ati'nin o zamanki başkanı Hamdullah Suphi'nin tavsiye ve telkinleriyle, çok sürmeden, Selanik'ten gelen ve neredeyse politik tehditler mahiyetini almak istidadını göstermekte olan sesleri cevapsız bırakmağa karar vermiştik.
Sayfa Sayısı
352
Baskı Tarihi
1997
Yazılış Tarihi
1979
ISBN
975-437-065-6
Baskı Sayısı
8. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Türkiye’deki anarşinin otopsisidir. Romanda, yalnız boşa giden gençliklerin hikâyesini değil, içine düşürüldüğümüz kaosun çarpıcı grafiğini de bulacaksınız. Yıllardan beri Türkiye’de bütün görevleri, ödevleri ve sorumlulukları, dolayısı ile de toplum hayatımızı paslandıran kalleş demagojileri sergilemektedir. eri ve sorumlulukları, dolayısı ile de toplum hayatımızı paslandıran kalleş demagojileri sergilemektedir. İnsana ve insanın gerçek hayatına kurulan tuzağın romanlaşmasıdır bu kitap.
Neden Altını Çizdim?
Tam George Orwell'in 1984'ünde anlattığı türden bir yaklaşım...
Yenemediği için değil, yendikten sonra yok etmek!
Önce pes ettirmeliydi.. ki, temizletmek hak edilsin: Yenemediği için değil, yendikten sonra yok etmek! En büyüğe yanı en kendisine ancak bunu yakıştırabiliyor...
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
153
Baskı Tarihi
Nisan 2004
ISBN
975-08-0797-9
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Onca Tapınç
Yazarlığının yanı sıra siyasal kimliği de öne çıkan Sabahattin Ali, 1930'lu ve 1940'lı yıllarda Sol görüşlü olmanın bütün zorluklarını yaşadı. Filiz Ali'nin babasına ait bir sandıkta bulduğu belgeler, bu zorlukların ve çilelerin birer tutanağı niteliğindedir. Mahkemelerde Türk edebiyat tarihinde ilk defa Kuyucaklı Yusuf için Reşat Nuri tarafından yazılmış, sansür konusunda hala geçerli sayılabilecek görüşlerin ifade edildiği raporu, Sabahattin Ali'nin soyadı konusundaki hassasiyetini, dönemin ünlü kişileri ile arasında geçen tartışmaları ve özel hayatında ışık tutacak birçok belgeyi içeriyor.
Neden Altını Çizdim?
Sabahattin Ali 1931 yılında, Aydın'da komünizm propagandası yaptığı gerekçesi ile ihbar sonucu tutuklanmış. Maarif Vekaleti'nin yani Milli Eğitim Bakanlığı'nın açtığı soruşturma sonuna kadar üç ay tutuklu kalmıştır. Soruşturma sonucu aklanarak serbest bırakılmıştır. Bu alıntı bahsi geçen soruşturma sırasında yaptığı savunmanın bir bölümü, kendi el yazısıyla ve Arap harfleriyle yazdığı bu müsveddedir.
Bazı eşkaline muhalif olduğum bir hükümete hizmet etmezdim
Poliste ifadem alınırken jandarma yüzbaşısı Rıfat Bey şaka tarzında: "Ah! Sana yüz bin lira vermeli idi de o zaman görmeliydi" dedi. Ben de cevaben: "Yüz bin liraya malik olmak bana fikirlerimden fedakarlık ettiremezdi. Fakat belki bazı eşkaline muhalif olduğum bir hükümete hizmet etmezdim" dedim. Uşaklık tabiri falan polis komiserinin tahrizinden ibarettir. Tahkikatın tahkiki hakikatin bu merkezde olduğunu ispat eder. Elinde yüz bin lirası olduktan sonra da haftada yirmi üç saat ders okutmaya şitap edecek bir muallimi - samimi olursak - tasavvur edemeyiz. Bu devlet ve bu millet bana birçok masraf etmiş ve beni okutmuştur. Ben muallim mektebinden mezunum. Muallimlik damarlarımın içindedir. Ve vazifenin ne olduğunu, küfran-ı nimet etmemeyi bilirim. Fakat bunlar hiçbir zaman namuslu bir insanı riyakar olmaya sevk edebilecek şeyler değildir. Derslerimde vasatın fevkinde muvaffak olduğumu, gayret gösterdiğimi hiç kimse inkar edemez. Bunu tahkik her yerden mümkündür:
Memleketin nizam-ı içtimaisini bozmaya matuf sözler sarf etmediğim de polis tahkikatıyla sabittir aksi takdirde benim de diğer maznunlar gibi tevkif edilmem ve serbest bırakılmamam icap ederdi.
Mektep ve maarif muhitinde mütemadi bir tesanütsüzlük unsuru olduğum hakkındaki itham beni şiddetle müteessir etti.
Türü
Roman
Sayfa Sayısı
242
Baskı Tarihi
2007
Yazılış Tarihi
1943
ISBN
975-7663-92-1
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Aysel Yüksel
Bu kitap, uzun yıllar boyunca geçirdiği çilelerle, "güneşi seyrettiğin göklere bak, aksettiği kalıplara değil" diyecek bir iç olgunluğuna varan, böylece gerçek aşkı bularak "Son Menzil"e ulaşan kişinin serencâmını anlatır.
Beşeriyeti bunaltan en büyük felaketler, iradesizliğin doğurduğu facialardır
Dostları şunu bilmiyorlardı ki o ne kaprislerinin esiriydi ne de ihtiras halini almış arzulara malikti. Bahaeddin "Beşeriyeti bunaltan en büyük felaketler, iradesizliğin doğurduğu facialardır" derdi. Gerçekten ona, zaaflarını rüzgarla savrulan çerçöp gibi iradesi yeline tabi kılmış bir insan denebilirdi.
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
220
Baskı Tarihi
1998
Yazılış Tarihi
1982
ISBN
975-437-042-7
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Hicret'in 15. asrına girdiğimiz şu yıllarda 'İslam bir inanç sistemi ve hayat nizamı olarak bütün dünyanın ilgisini çekmektedir. ''İslamın Bugünkü Meseleleri'' adıyla neşrettiğimiz eserde yazar, bu meseleyi sosyal ilimci gözüyle incelemişti. Bu kitapta ise, aynı metodla tasavvuf meselelerini ele almaktadır. Günümüzde tasavvuf Türk aydınının zihnini ne bakımlardan meşgul etmektedir? Çağımızın tarih, felsefe, sosyoloji-psikoloji bilgileri hesaba katıldığında, tasavvuf üzerinde nasıl bir değerlendirme yapılabilir? Tasavvufi düşüncenin geleceği ne olabilir? Tasavvufun İslam'daki yeri nedir?
Dinden sapmanın nedeni bâtınî yorumlar mı?
Tasavvufa yapılan hücumların dini reform dönemlerinde bilhassa artması, onun yukarıda bahsettiğimiz iki özelliği (sübjektif ve bâtıni) itibariyle dinin esasından kolayca uzaklaşmaya ve uzaklaştırmaya müsait bulunmasındandır. Bu yüzden dinin yanlış inançlarla ve uygulamalarla dolduğunu -ve dolayısiyle bunların temizlenmesi gerekliğini- iddia edenler dinden sapmanın daima serbest ferdi yorumlardan ileri geldiğini söylemişler, bu noktada en büyük sorumlu olarak da Kur'an'da bâtıni mana arayanları bulmuşlardır. Maamafih, bütün reform hareketleri bir çeşit "öze dönüş" ve "saflaştırma" hareketi olduğu için, İslamiyet'in Peygamber döneminde batına pek az yer vermesi de tasavvufun aleyhinde bir nokta teşkil ediyor. İlerideki bahislerde göreceğimiz gibi, İslam 'ın ilk devirlerinde tasavvufi harekete örnek diye gösterilebilecek haller sonraki yüzyılların doktriner-teşkilatlı tasavvufundan büyük ölçüde farklı idi ve esas itibariyle ferdi zühd vak'alarından ibaretti. Sonraki tasavvufi hareketin İslami karakterini muhafaza etmekle birlikte -ki bunun aksini düşünenler de vardır- yabancı tesirlerle karıştığı muhakkaktır. Tasfiyeci reformcuların fıkıh konularında bile taklidi, yani otoriteyi kabul etmediklerini düşünürsek, mutasavvıfların bâtıni otoritesine hiç itibar etmeyecekleri ve onu zararlı bulacakları şimdiden bellidir.
Harp zamanı cephede yaşamaktan başka teselli yoktur
Gazze'nin içinde Gazze muharebelerinin en şiddetli günlerini geçiren bir arkadaşın şu mektubunu alıyorum:
"Bilsen Gazze'de ne kadar rahatım. Harp zamanı cephede yaşamaktan başka teselli olmadığına artık inanıyorum."
Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
406
Baskı Tarihi
Haziran 2007
ISBN
9944-125-12-1
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
Gaziemir / İzmir
Editörü
Şeref Yılmaz
Yazan: AHMED ŞAHİN
Yazı Kaynağı: Zaman Gazetesi, Ailem Eki, Sayı: 228
Çileli bir devrin hikayesini Ali Ulvi Kurucu merhumun hatıralarından okumak büyük bir şans. Hayatını tamamen ilme adamış yüksek bir kâmet olan merhum Kurucu, hatıralarıyla da irşad vazifesini yerine getiriyor.
Şehid Benna milyonlarca gencin manevi babasıydı
Hasanül Benna 1949'da, Kahire'de vefat etti. Altı kurşunla vuruldu. Yaralarından kanlar akarak şehid oldu. Ben o sırada Medine-i Münevvere'de idim. Vefatını işittiğim günkü kadar, anamın babamın vefatlarında üzülmedim desem caizdir. Çünkü onlar yalnız benim anam babamdı. Şehid Benna ise milyonlarca gencin manevi babasıydı.
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
220
Baskı Tarihi
1998
Yazılış Tarihi
1982
ISBN
975-437-042-7
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Hicret'in 15. asrına girdiğimiz şu yıllarda 'İslam bir inanç sistemi ve hayat nizamı olarak bütün dünyanın ilgisini çekmektedir. ''İslamın Bugünkü Meseleleri'' adıyla neşrettiğimiz eserde yazar, bu meseleyi sosyal ilimci gözüyle incelemişti. Bu kitapta ise, aynı metodla tasavvuf meselelerini ele almaktadır. Günümüzde tasavvuf Türk aydınının zihnini ne bakımlardan meşgul etmektedir? Çağımızın tarih, felsefe, sosyoloji-psikoloji bilgileri hesaba katıldığında, tasavvuf üzerinde nasıl bir değerlendirme yapılabilir? Tasavvufi düşüncenin geleceği ne olabilir? Tasavvufun İslam'daki yeri nedir?
Reform ve Tasavvuf
Bugün din hayatı ve dolayısiyle müslümanların sosyal hayatını yeniden düzenlemek konusunda büyük bir gayret vardır ve bu hareketin içinde bulunanlar kendilerine rehber olacak prensiplerin hangi kaynaklardan çıkarılacağını tayin etmek zorundadırlar. İşte bu noktada tasavvuf onların işine pek yarar görünmüyor. Gerçekten, bir sosyal reformcu hitab ettiği kitlenin bütünü için mânâ ifade eden, herkes tarafından anlaşılan ve kabul edilebilecek mahiyette olan esaslardan hareket etmek mecburiyetindedlr. Ferdi yaşantıyı (experience) esas tutan ve bir zihinden öbürüne nakli adeta imkansız bulunan manevi hallere dayanan tasavvufi düşünce ona bu hususta yardımcı olamayacaktır. Esas müracaat kaynağı ve değişmez ölçü olarak kullanılan Kur'an'ın bâtıni (esoterique) yorumu ise müslümanların anlaşmazlığını artıran bir temâyül gibi görünmektedir. Nitekim daha önceleri görülen reform hareketlerinin başında bulunan kimseler -hemen hepsinde sufi geleneğinden eserler bulunmakla birlikte- daima şeriata, yani dinin rasyonel sistemine dayanmışlardır. Başka bir ifade ile, reformcunun şeriate sıkı sıkıya bağlı kalması ve batınî yorumlara karşı çıkması sadece onun din anlayışının eseri değil, ayni zamanda sosyolojik ve psikolojik bir zarurettir. Bu ikinci noktayı gözden kaçıranlar meseleyi daha ziyade şeriat-tarikat zahir-batın, sufi-ulema kavgası halinde görmekte ve bunlardan biri veya öbürü safında yer alıp karşı tarafı hasım saymaktadır. Bu husumetin daha ziyade tasavvuf üzerine yöneltildiğini de kaydetmeliyiz.