Hayvanlardan Tanrılara Sapiens kitabıyla insan türünün dünyaya nasıl egemen olduğunu anlatan Harari, Homo Deus'ta çarpıcı öngörüleriyle yarınımızı ele alıyor. İnsanlığın ölümsüzlük, mutluluk ve tanrısallık peşindeki yolculuğunu bilim, tarih ve felsefe ışığında incelediği bu çalışmasında, insanın bambaşka bir türe, Homo deus'a evrildiği bir gelecek kurguluyor.
Yola "önemsiz bir hayvan" olarak çıkan Homo sapiens, tanrılar katına ulaşmak uğruna kendi sonunu mu hazırlıyor?
Yeni teknolojiler eski tanrıları öldürüp yenilerini yaratır
Yeni teknolojiler eski tanrıları öldürüp yenilerini yaratır. Bu yüzden tarım devriminin ilahları, avcı-toplayıcıların ruhlarından farklıdır. Fabrikada çalışan eller köylülerinkinden başka hayaller peşinde koşar. 21. yüzyılın devrim niteliği taşıyan teknolojileri, ortaçağ öğretilerini yeniden canlandırmak yerine benzeri görülmemiş yeni dini hareketler yaratacaktır. Radikal İslamcılar, “Kurtuluş İslamda,” mantrasını tekrarlayabilirler; ancak çağın teknolojik gerçekliğiyle bağını kaybetmiş dinler, soruları bile anlama yetisini yitirmeye mahkumdur.
Yapay zeka bilişsel işlerde pek çok insanın yerini alabilecek noktaya geldiğinde işgücüne ne olacak? Amaçsız ve işe yaramaz insanlardan oluşan devasa yeni sınıfın siyasi etkileri neler olacak? Nanoteknoloji ve rejeneratif tıp, seksen yaşını elli yaşına çevirmeyi başardığında ilişkiler aileler ya da emeklilik fonları nasıl etkilenecek? Biyoteknoloji bebekleri tasarlayabilmemizi sağladığında, zenginle fakir arasındaki uçurum hiç olmadığı kadar derinleştiğinde insan toplumu neye benzeyecek?
Bu soruların yanıtlarını Kur’an’da, İncil’de veya Konfüçyüs’ün Seçmeler’inde bulmak imkansızdır çünkü antik Çin’de veya ortaçağda Ortadoğu’da bilgisayarın, genetik biliminin ya da nanoteknolojinin fikri bile söz konusu değildi. Radikal İslam teknolojik ve ekonomik fırtınaların koptuğu bir denizde çapa görevi görmeyi sürdürebilir ancak fırtınada yönünüzü bulabilmek için bir çapadan daha fazlasına, bir haritaya ve dümene ihtiyacınız vardır. Bu yüzden radikal İslam, sadece hüküm sürdüğü coğrafyalarda doğmuş ve yetişmiş insanlara seslenebilir ama işsiz İspanyol gençlerine ya da endişeli Çinli milyarderlere sunabileceği pek bir şey yoktur.
Arka kapak:
Yirmi üç yaşındayken sapkınlık suçlamasıyla Yahudi cemaatinden atılan Baruch Spinoza, hayatını felsefeye vakfetmeye karar verir. Amacı “üstün ve daimi bir sevincin hazzını kendisine sonsuza dek verecek” gerçek iyiyi bulmaktır. Hayatının kalan yirmi yılında devrimci bir eser inşa edecek, filolojinin, sosyolojinin ve etolojinin yanı sıra derinlik psikolojisinin de fikir babalarından biri olmayı başaracaktır. Ama hepsinden önemlisi, arzuyu ve hazzı merkeze alan, Tanrı, ahlak ve mutluluk tasavvurumuzu sarsacak bir felsefenin mucidi olacaktır.
Bedeni Hor Görmek
Spinoza, Descartes'ın tersine beden ile ruhu iki farklı töz olarak değil, kendini iki farklı biçimde ifade eden tek ve aynı gerçeklik olarak alır: "Ruh ve beden, bazen düşünce sıfatıyla bazen uzam sıfatıyla düşünülen tek ve aynı şeydir." Daha önce gördüğümüz üzere düşünce ve uzam tanrısal sıfatlar olduğuna göre, bedenin doğası ruhunki kadar tanrısaldır. O halde onu değersizleştirmek veya hakir görmek saçmalıktır. Beden ruhla aynı payeye sahiptir. Ruhun büyümesi için çok önemlidir; tıpkı ruhun, bedenin muhafazası ve büyümesi için çok önemli olması gibi. Doğrusu onları ne birbirinin karşısına koyabiliriz ne birbirinden ayırabiliriz. Tek ve aynı gerçekliğin iki yüzü olmalarından ötürü birlikte iş görürler. Ruh bedenin zihinsel ifadesi, beden de ruhun yer kaplayan ifadesidir. Ruh bedensiz ne düşünebilir ne de tasavvur edebilir, beden ruh olmadan ne devinebilir ne eyleyebilir. İnsan kendisini ve ruhunu-zihnini, beden dolayımından geçen bilgilerle tanır. Spinoza'nın, TPİ'sinde peygamberlerin bilgisiyle ilgili açıklamasına geliyoruz tekrar: Bu bilgiler peygamberin muhayyilesiyle, duyarlığıyla, mizacıyla ve bedensel tecrübesiyle ilintilidir. Her birimiz için de geçerlidir bu: Düşüncemizin kaynağında bedenimiz vardır. Dünyayı algılayışımız ve onun sonucu olarak ortaya çıkan fikirler, bedenimizin yapısına ve dış dünyadan etkilenişine bağlıdır. Büyük filozofların düşüncelerinin, bedenlerinin hassasiyetinin damgasını taşıdığını tespit etmek hayli çarpıcı gelmişti bana. Çok muhtemeldir ki Schopenhauer'in kötümser felsefesi hayli kırılgan sağlığı ve evhamlılığıyla, Montaigne'in iyimser fikriyatı da beden kuvveti ve yaşamaktan zevk almasıyla ilişkilidir.
Bu bağlamda şunu da açıklığa kavuşturalım: Beden derken Spinoza'nın kastettiği sadece fiziksel beden değil cismaniyetin fiziksel, duygusal ve duyusal tüm boyutlarıdır. Bünyesi (örneğin herhangi bir engelden ötürü) zayıf bir insan; arzularının, heyecanlarının, duyusal kapasitelerinin yoğunluğu dolayısıyla büyük bir bedensel kudrete sahip olabilir. Vücut hasta olduğunda da tedavi edilmesi gereken sadece organlar değildir. Heyecan ve duygulanımları da hesaba katmak gerekir. Bundandır ki Spinoza, her boyutuyla vücudu dikkate alıp memnun etmeyi, ona iyi bakmayı, onu güçlendirmeyi önerir. "Bilge insana düşen, yaşamdan faydalanıp haz almaktır. Ölçülü biçimde tüketeceği lezzetli yiyecek ve içeceklerle, ayrıca kokularla; yemyeşil bitkilerin, şık giysilerin, müziğin, spor oyunlarının, gösterilerin güzelliğiyle ve başkasına zarar vermeden herkesin yararlanabileceği diğer şeylerle kendini rahatlatmak ve güç toplamak da bilge insana yaraşır."
Salt organik ve mekanikçi beden anlayışına dayanan bir tıbbın olduğu kadar, zihnin kudretini artırmak için bedene kötü bakmayı, onu hor görmeyi, ihmal etmeyi öneren çileci bir maneviyatın da karşısındayız. Bedenle ruh arasındaki töz birliği anlayışının, tıptan maneviyata kadar tüm alanlarda ama aynı zamanda günlük hayatımızda ve başkalarıyla iliş kilerimizde de sonuçları vardır.
Bu kitap, ilkokul öğretmeni olarak yetişmek üzereyken, Birinci Dünya Harbinde savaşa katılan ve sonra Büyük Turan´ı kur
Anadolu İnsanının Cehaleti
Bugün ordunun bilgi yapısında, Birinci Dünya Harbindeki Osmanlı ordusuna bakarak çok şeyler değişmiştir. Fakat o vakit, örneğin bizim bu makineli bölüğünde, İstanbullu bir başçavuştan başka okuma yazma bilen kimse yoktu. Daha ilk derste belli oldu ki bu bölükte, hangi dinden olduğumuzu doğru dürüst ve kesin olarak bilen kimse de yoktur.
Derse başlarken İstanbullu başçavuşa dersi sadece dinlemesini, sual cevaplara katılmamasını söyledim. Sonra da askerlere sordum:
- Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?
Hep birden:
- Elhamdülillah Müslümanız..
diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı. Cevaplar karıştı . Kimisi "İmam-ı azam dinindeniz" dedi. Kimisi "Hazreti Ali dinindeniz" dedi. Kimisi de hiç bir din tayin edemedi. Arada:
- İslamız,
diyenler de çıktı ama;
- Peygamberimiz kimdir?
deyince, onlar da pusulayı şaşırdılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi:
- Peygamberimiz Enver Paşadır! dedi. İçlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçına da:
- Peygamberimiz sağ mı? Ölü mü?
deyince iş gene çatallaştı. Herkes aklına gelen cevabı veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu. Fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu, yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu.
Peygamberimiz sağdır diyenlere:
- O halde peygamberimiz hangi şehirde oturur,
diye sordum. Cevaplar tekrar karıştı. Onu İstanbul'da, Şam'da yahut Mekke'de yaşatanlar oldu. Hiç bir yer tayin edemeyenler daha çoktu. Peygamber ölmüştür diyenlere de:
- Peygamberimiz ne kadar zaman evvel öldü?
denildiği zaman bu sefer onlar şaşırdılar. Yüz sene önce, beş yüz sene önce, bin sene önce diye gelişigüzel cevaplar verenler oluyordu. Fakat çoğu, vakit tayin edemiyorlardı.
Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de din ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı.
Ezan dinlemişlerdi. Fakat ezan ·okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir iki kişi çıktı. Fakat onların da hiç biri, namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar.
Sonra:
- Köyünde cami olanlar ayağa kalksın,
dedim. Gerçi köylerinde cami olan birkaç kişi kalktılar. Fakat onlar da bayramlarda, cumalarda, adet yerini bulsun diye camiye gitmişlerdi. Köylerinde mektep olan bir· tek kişi çıkmadı. Bazı camili köylerde, cami odasında ,küçük çocuklara imam tarafından Kur'an ezberlettirilmeye çalışıldığını görmüşlerdi. Ama usulü dairesinde ve ayrı bir köy mektebi gören kimse yoktu.
İlk ders beni şaşırtmıştı. Bu bölük o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleriydiler. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.
Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual cevaplarda anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı.
- Biz hangi milletteniz,
deyince her kafadan bir ses çıktı:
- Biz Türk değil miyiz?
deyince de hemen:
- Estağfurullah!..
diye karşılık verdiler. Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz Türktük Bu ordu Türk ordusu idi. Türklük için savaşıyorduk. Asırlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız ancak bu Türklük olabilirdi. Fakat ne çare ki bu "biz Türk değil miyiz?" diye sorunca "estağfurullah" diye cevap verenlerin görüşüne göre Türk demek Kızılbaş demekti. Kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu. Ama, onu her halde kötü bir şey sayıyorlardı. Yahut belki de aslında kendileri Kızılbaş oldukları halde böyle görünüyorlardı.
Anadolu'da vaktiyle binlerce, on binlerce insan Kızılbaş oldukları için öldürülmüşlerdi. Gerçi bu öldürülenler hakiki saf Türk aşiretler halkı, Oğuz Türkleriydiler. Demek ki korku hala yaşıyordu...
Dininde, milliyetinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, devletin adını, padişahın ismini, devletin merkezini, başkumandanı ve onun vekilini de bilmemektedir.
Hele iş, vatan bahsine dönünce, büsbütün karıştı. Kısacası, vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. Yahut da bütün bilgiler, belirsiz, köksüz, şekilsiz ve yanlıştı.
Bölüğü yakından tanıdıkça daha garip şeylerle de karşılaşıyordum. Askerlerin bir kısmı, kendi isimlerini değil de başka adları taşıyorlardı. Künyelerinde yazılı yerler, asıl doğdukları veya kayıtlı oldukları yerler değildi. Bu kayıtları düzeltmeye ve onları temize çıkarmaya uğraşırken, bunu istemeyen, hatta işi büsbütün karıştıranlar da oldu... Böyle bir toplum, bu harbi elbette ki ruhen isteyerek benimsemiş olamazdı.
Bu kitap, ilkokul öğretmeni olarak yetişmek üzereyken, Birinci Dünya Harbinde savaşa katılan ve sonra Büyük Turan´ı kur
Şevket Süreyya Aydemir
Tuna’lı bir göçmen ailesinin oğludur. Babası, hayatı boyunca topraksız bir köylü olarak başkalarının toprağında ve hizmetinde çalışmıştır. Edirne’de doğan Aydemir ilk ve orta öğrenimini orada yaptı. Edirne Öğretmen Okulu’nu bitirdi. I. Dünya Savaşı’nda yedek subay olarak Kafkas cephesindeki çarpışmalara katıldı. Subay olan ağabeyleri I. Dünya Savaşı’nda şehit oldu. Aydemir de Sarıkamış Savaşı’nda yaralandı. Neslinin büyük çoğunluğu gibi o da Turancılık akımının ateşli bir taraftarıydı.
Frédéric Lenoir
Fransız Sosyolog, Yazar, Filozof Frédéric Lenoir (1962), Hayvanlar İçin Birlikte Derneği’nin kurucusu, SEVE Vakfı’nın (Birlikte Var Olmayı ve Yaşamayı Bilmek) kurucularından biridir. Yirmi civarında dile çevrilmiş elliyi aşkın kitabın yazarıdır. Son denemelerinden bazıları şunlardır:
La Sagesse expliquée à ceux qui la cherchent [Bilgeliği Arayanlar İçin Açıklamalı Bilgelik],
Du bonheur, un voyage philosophique [Mutluluğa dair: Felsefi bir yolculuk];
Arka kapak:
Yirmi üç yaşındayken sapkınlık suçlamasıyla Yahudi cemaatinden atılan Baruch Spinoza, hayatını felsefeye vakfetmeye karar verir. Amacı “üstün ve daimi bir sevincin hazzını kendisine sonsuza dek verecek” gerçek iyiyi bulmaktır. Hayatının kalan yirmi yılında devrimci bir eser inşa edecek, filolojinin, sosyolojinin ve etolojinin yanı sıra derinlik psikolojisinin de fikir babalarından biri olmayı başaracaktır. Ama hepsinden önemlisi, arzuyu ve hazzı merkeze alan, Tanrı, ahlak ve mutluluk tasavvurumuzu sarsacak bir felsefenin mucidi olacaktır.
Arka kapak:
Yirmi üç yaşındayken sapkınlık suçlamasıyla Yahudi cemaatinden atılan Baruch Spinoza, hayatını felsefeye vakfetmeye karar verir. Amacı “üstün ve daimi bir sevincin hazzını kendisine sonsuza dek verecek” gerçek iyiyi bulmaktır. Hayatının kalan yirmi yılında devrimci bir eser inşa edecek, filolojinin, sosyolojinin ve etolojinin yanı sıra derinlik psikolojisinin de fikir babalarından biri olmayı başaracaktır. Ama hepsinden önemlisi, arzuyu ve hazzı merkeze alan, Tanrı, ahlak ve mutluluk tasavvurumuzu sarsacak bir felsefenin mucidi olacaktır.
Yahudi Milletinin Seçilmiş Millet Olması Meselesi
Spinoza bundan sonra İbrani halkının özgüllüğü meselesine gelir: Bu halkın özelliği peygamberlik yeteneği midir, özel görevi nedir? İşe, “ilahi seçim” mefhumunun hakiki ebedi saadetin sevinciyle hiçbir ilgisinin olmadığını anlatmakla başlar: Gerçek saadetin hazzına ulaşan, kendisini başkalarından üstün hissetmez ve üstünlüğünü ilahi bir seçilmişlik iddiasına dayandırmaz. “Kendini üstün hissetmenin verdiği sevinç tamamen çocukça değilse eğer, ancak hasetten ve kötü bir yürekten doğmuş olabilir.” O halde Musa'nın İbranilere; Tanrı'nın diğer milletler içerisinden onları seçtiğini (Tesniye, X, 15), diğerlerinin değil onların yanında olduğunu (Tesniye, IV, 4-7), kendisini tanıma imtiyazını onlara bahşettiğini (Tesniye, IV, 32) hiç durmadan anlatmasını nasıl izah edeceğiz?
Spinoza'ya göre bunun çok basit bir cevabı vardır: Bunun sebebi İbranilerin “zihinlerinin çocuksuluğu” ve onları “kanunu öğrenmeye teşvik etmektir”. Hakiki ebedi saadete aklın doğal ışığıyla erişemeyeceklerinden, onlara uyan bir söylem; yani bir yandan ruhlarını okşarken bir yandan da onları adil ve cömert olmakla özetlenebilecek 'Tanrı yasasını takip etmeye teşvik edecek bir söylem kullanmak gerekliydi. Başka bir deyişle İbranilerin insaniyetini yükseltmek için Musa kendisini, onların “katılaşmış” zihin ve yüreklerine uydurmuştu.
Kullandığı kelimeler çok sert gibi görünse de Spinoza'nın tek yaptığı, halkın hem kötülüklerinden hem de kalbini ve aklını ilahi emirlere açmaya direncinden hiç durmadan şikâyet eden Musa'nın ve Kitab-ı Mukaddes peygamberlerinin sözlerine başvurmaktadır.
Spinoza'nın Kitab-ı Mukaddes'in geleneksel Yahudi (hatta Hıristiyan) okumasından tamamen ayrıldığı nokta; İbrani halkının seçilmişliğini herhangi bir şekilde Tanrı'nın tercihi değil, İbranilerin, doğanın değişmez kanunlarında yatan Tanrı kanununu anlayıp uygulamasına yönelik pedagojik bir hile olarak görmesidir:
“Tanrı'nın hükmü derken tabiatın sabit ve değişmez düzenini, başka bir deyişle tabii şeylerin birbirini zincirle- me takip etmesini kastediyorum. Nitekim yukarıda söyle- diğimiz ve başka yerde de gösterdiğimiz gibi, tabiatın her şeyi ortaya çıkartan ve belirleyen evrensel yasaları Tanrı'nın ebedi kararlarından başka şey değildir.”!
Böyle bir Tanrı ve inayet tasavvuru; doğanın dışında, insandakine benzer bir duyarlılık ve irade barındıran, belirli bir halka çok düşkün olup kendini ona gösterebilen bir Tanrı tasavvuruna sahip Yahudiler ve Hıristiyanlarda hâkim olanın tam zıddıdır. Spinoza'ya göre insanbiçimci temsillerin kaynağı korku ve cehalettir. Ondan birkaç yüzyıl sonra Freud, dünyanın dışındaki, kâdir-i mutlak, seven ve koruyan bir Tanrı'ya ait bu çocuksu temsilleri; dünyanın tehlikeli olduğunu, bir gün öleceğini ve ebeveynlerinin onu koruyacak kadar güçlü olmadığının bilince varan çocuğun hissettiği “çaresizlik” hissine bağlayarak açıklamaya çalışacaktır. İleride göreceğimiz gibi Spinoza düşüncesi Freud'unkinden çok daha az materyalist olsa da, TPİ'sinde anlattığının tam da bu olduğu kesindir ve şayet bu fikirler birkaç yıl öncesinde zihninde filizlenmekte idiyse ki bu çok muhtemeldir-, Yahudi cemaatinden neden o kadar şiddetle dışlandığını anlayabiliriz.
Hayvanlardan Tanrılara Sapiens kitabıyla insan türünün dünyaya nasıl egemen olduğunu anlatan Harari, Homo Deus'ta çarpıcı öngörüleriyle yarınımızı ele alıyor. İnsanlığın ölümsüzlük, mutluluk ve tanrısallık peşindeki yolculuğunu bilim, tarih ve felsefe ışığında incelediği bu çalışmasında, insanın bambaşka bir türe, Homo deus'a evrildiği bir gelecek kurguluyor.
Yola "önemsiz bir hayvan" olarak çıkan Homo sapiens, tanrılar katına ulaşmak uğruna kendi sonunu mu hazırlıyor?
Atalarımız Bugünü Görseydi
Yüzlerce yıl süren ekonomik büyümenin ve bilimsel gelişmenin sonucunda, en azından gelişmiş ülkelerde, yaşamın sakin ve huzurlu olması gerekirdi. Eğer atalarımız elimizin altındaki araçların ve kaynakların bolluğundan haberdar olsaydı, sanki cennetteymişiz gibi bir huzurla, dertsiz tasasız yaşadığımızı düşünürlerdi. Ne var ki gerçekler çok farklı. Tüm başarılarımıza rağmen, sürekli daha da fazlasını yapma zorunluluğunu ve üretme baskısını omuzlarımızda hissediyoruz.
Hayvanlardan Tanrılara Sapiens kitabıyla insan türünün dünyaya nasıl egemen olduğunu anlatan Harari, Homo Deus'ta çarpıcı öngörüleriyle yarınımızı ele alıyor. İnsanlığın ölümsüzlük, mutluluk ve tanrısallık peşindeki yolculuğunu bilim, tarih ve felsefe ışığında incelediği bu çalışmasında, insanın bambaşka bir türe, Homo deus'a evrildiği bir gelecek kurguluyor.
Yola "önemsiz bir hayvan" olarak çıkan Homo sapiens, tanrılar katına ulaşmak uğruna kendi sonunu mu hazırlıyor?
Anlamdan vazgeçmek
Sonuç olarak modern sözleşme eşi benzeri görülmemiş bir kudret vaadinde bulundu ve sözünü de tuttu. Peki bedeli ne oldu? Modern sözleşme güce karşılık anlamdan vazgeçmemizi istiyor. İnsanlar bu korkutucu taleple nasıl başa çıkabilir?
Anlamdan vazgeçmek dünyayı ahlak, güzellik ve merhametten mahrum, karanlık bir yere dönüştürecektir şüphesiz. Ancak insanevladının bugün sadece hiç olmadığı kadar güçlü değil aynı zamanda bir o kadar da uyum ve işbirliği becerisine sahip olduğu gerçeği de ortada. İnsanlar bununla nasıl baş ediyor? Ahlak, güzellik, hatta merhamet; tanrıların, cennetin ve cehennemin olmadığı bir dünyada nasıl var olacak?
Kapitalistler bu soruyu yanıtlarken, her zaman olduğu gibi, piyasanın görünmez elini övmekten geri kalmıyor. Ne var ki piyasanın eli sadece görünmez değil aynı zaman da kör de; bu yüzden insan toplumunu tek başına kurtarması mümkün değil. Tek bir ülke pazarı bile bir tür tanrı, kral ya da dini kurum olmadan kendini idame edemez. Mahkemeler ve polis dahil olmak üzere her şey satılığa çıktığında güven uçar gider, krediler çarçur olur, işletmeler batar.