Bu kitapta tartıştığımız kuramlar çokluk batı toplumları üzerinde odaklanmıştır. Ama batı, daha önce hiç olmadığı ölçüde, dünyanın geri kalanının bir parçası olmuştur. Bu dünyanın hatırı sayılır bir kısmını, ister iyi diyelim ister kötü, batı denetlemektedir. İncelediğimiz sanayi sonrası toplum kuramlarının bu durumun tamamen farkında oldukları söylenebilir.
Marx, Weber ve Durkheim Artık Bugünü Açıklayamaz
Malcolm Bradbury, 1970’li yılları "asla yaşanmamış on yıl" olarak adlandırmıştı. Ama 1980’li yıllar 1970’li yıllardan doğdu (tıpkı 1960’lı yılların 1950’li yıllardan doğmuş olması gibi). Şimdi artık bu on yıl boyunca sanayi sonrası toplum kuramının çeşitli yeni biçimlerinin üretilmekte olduğunu görebiliyoruz. Söz konusu kuramın bu biçimleri, bütün olarak alındığında, 1960’lı yıllarda üretilen çeşitlerin iyimserliğinden yoksundur. Bu yeni biçimler, Alvin Toffler’ın büyük bir hevesle öngördüğü "süper-sanayi" toplumu beklentisi içinde değil. Sağ-kanat düşüncenin olduğu kadar sol-kanat düşüncenin de ürünü olarak sanayi sonrası toplum kuramının bu biçimleri, önümüzde bizi bekleyen büyük gerilimler ve çatışmalar öngörmektedir. Ama bunlar sanayi toplumlarının bir sınır çizgisini geçtiği konusunda, en az daha önceki sanayi sonrası toplum kuramcıları denli ısrarlıdır. Buna göre, klasik sanayicilik, yani Marx, Weber ve Durkheim tarafından çözümlenen yani batılıların büyük çoğunluğunun geçtiğimiz yüz yıl boyunca içinde, yaşadıkları türden toplum, bundan böyle yoktur.
Bu kitapta tartıştığımız kuramlar çokluk batı toplumları üzerinde odaklanmıştır. Ama batı, daha önce hiç olmadığı ölçüde, dünyanın geri kalanının bir parçası olmuştur. Bu dünyanın hatırı sayılır bir kısmını, ister iyi diyelim ister kötü, batı denetlemektedir. İncelediğimiz sanayi sonrası toplum kuramlarının bu durumun tamamen farkında oldukları söylenebilir.
Sanayi Sonrası Toplumlar
Batı toplumları şimdi artık çeşitli şekillerde "sanayi sonrası" toplumlardır: "Post-fordist", "post-modern", hatta "tarih-sonrası" toplumlar.
"Kitabımın temel çıkış noktası Türkiye'de demokratik bir açılımın önündeki engellerin araştırılması oldu. Cumhuriyet tarihinin oluşturduğu iradeli, misyoner vatandaş tipi belki de bu engellerin en önemlisi. Düşünce tarihi açısından bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının Aydınlanma öncesi bir 'toyluk' varsayımı üzerine inşa edildiği görülüyor; aydınlanmamış toy zihinlere onların talepleri öncesinde vatandaşlık kostümü giydirilmiş ve yaşam, vazifelerle anlamlandırılmaya çalışılmış. Bu vazifelerin en başında da 'izlemek' geliyor.
İzci Vatandaşlar
Bir anlayışa göre siyasetin amacı insanları mutlu etmek değildir. Çünkü mutluluk öznel bir kavramdır. Siyasetin amacı insanlara nasıl mutlu olunacağını söylemek değil, onların mutluluğu kendi tanımladıkları çizgide aramalarına izin vermektir. Türkiye'de siyasetin amacı bu anlayışın tersine vatandaşlara nasıl mutlu olunacağını, onların iyiliği için ve kimi zaman da onlara rağmen tanımlamak olmuştur. Cumhuriyet tarihi böylesi seçkinci ve sınırlı bir siyaset anlayışının parametreleri içinde cereyan etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları kendilerine yukarıdan sunulan medeniyet projesini hayata geçirmek üzere görevlendirilmiş "izciler" olarak tanımlanmışlardır. Bu "izcilik" ya da izleme sendromu Kemalist düşüncenin imgesi olmanın ötesinde bir anlam taşımaktadır. İzleme güdüsü aslında Cumhuriyet kültürünün en cesaretlendirilen öğelerinden biri olarak bir yerde gelenekleşmiştir. Sonuçta da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının belki de en ayırt edici özelliği ister Kemalist, ister İslamcı, isterse de Sosyalist olsun "izci" olmak, büyük davaların içinde ve onların yolunda kendilerinden geçmek, kendilerini unutmak olmuştur.
"Bozkırkurdu'nun, deneysel cesaret anlamında Ulysses'ten aşağı kalmayan bir yapıt olduğunu söylemeye gerek var mı? Bozkırkurdu, okumanın ne demek olduğunu uzun zamandır ilk kez hatırlattı bana."
-Thomas Mann-
Yeni Bir Savaş İçin
İmparator, generaller, dev sanayiciler, politikacılar, gazeteler suçsuz tümüyle, kimse kendisine en ufak toz kondurmuyor, kimse herhangi bir şekilde suçlu değil, dünyada her şey güllük gülistanlık, yalnızca bir kaç milyon insan toprak altında yatıyor, o kadar. Bak Hermine, böyle aşağılayıcı yazılar beni artık kızdırmıyorsa da hüzünlendiriyor bazen. Yurttaşlarımdan üçte ikisi bu tür gazeteleri okuyor, sabah ve akşam gazetelerindeki bu havayı soluyor, her Allahın günü belli doğrultuda yönlendiriliyor, uyarılıyor, kışkırtılıyor, durumdan hoşnut olmayan kötü yürekli insanlara dönüştürülmeye çalışılıyor. Bütün bu çabaların amacı da yeni bir savaş, yaşadığımız savaştan çok daha korkunç olacağı kuşku götürmeyen bir sonraki savaş.
"Bozkırkurdu'nun, deneysel cesaret anlamında Ulysses'ten aşağı kalmayan bir yapıt olduğunu söylemeye gerek var mı? Bozkırkurdu, okumanın ne demek olduğunu uzun zamandır ilk kez hatırlattı bana."
-Thomas Mann-
Yaşam Rahat Bir Orta Sınıf Evdir
Yaşam konusunda bir fikrin vardı; içimde bir inanç bir beklenti yaşıyordu; eylemlere, acılara ve özverilere hazırdın. Ama yavaş yavaş anladın ki, dünya hiç de senden eylemlerde ve özverilerde bulunmanı istemiyor; yaşam, kahraman rollerine ve benzeri şeylere yer veren bir kahramanlık destanı değil, insanın yiyip içmeler, kahve yudumlamalar, örgü örmeler, iskambil oynamalar ve radyo dinlemelerle yetinip hallerine şükrettikleri rahat bir orta sınıf evdir. Kim bunun başka türlüsünü ister, kim gönlünde yiğitliği ve güzelliği barındırır, büyük yazarları ya da ermişleri baş tacı ederse, o bir aptaldır, bir Don Kişot'tur.
O varken görmüyordum, o çağırırken işitmiyordum...
Ruh tıpkı onun gözlerinin rengindedir.
Ben onu görmemek için gözlerimi kapatıyorum.
Ben onu görmemek için gözlerimi kapatıyorum. Sürekli yükselen acı ve öfke dolu nağmelerini duymamak için parmaklarımla kulaklarımı kapatıyorum. Ey uzak bağlarda öten esir kuş! Kıştır... Sen başını kafesin demir parmaklıklarından çıkarma! Kafesinin köşesinde rahat dur, başını kanatlarının altına gizle. Gaganı yumuşak ve renkli kanatlarına göm. Ey uzak bağlarda öten esir kuş! Kıştır... Ey şubat kırlangıcı! Bahar ölmüştür!
1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)
Osmanlı Çökerken
Osmanlı İmparatorluğu, gelişigüzel yayılmış modern öncesi bir devletti ve Fransa’nın 17. yüzyılda geçirdiği ve Avusturya’da 2. Joseph, Prusya’da Büyük Frederick veya Rusya’da Büyük Katerina gibi aydınlanmış otokratların 18. yüzyılda uyguladığı merkezileşmeyi yaşamamıştı. 1800’e gelindiğinde, İstanbul’daki merkezî hükümet eskiden elinde bulundurduğu gücün büyük bir kısmını yitirmiş durumdaydı. Osmanlının askerî kudretinin 14. yüzyıldan itibaren iki klâsik dayanağını oluşturan ulufeli yeniçeri piyade sınıfı ile yarı feodal sipahi atlı sınıfı, değerlerini uzun zamandan beri yitirmiş bulunuyorlardı.
18. yüzyılda hem başkentte hem de önemli eyalet merkezlerinde görevlendirilmiş olan yeniçeri ocakları, sayıca büyük (ve pahalı), ama askeri bakımdan fazlasıyla önemsiz bir topluluktu; hükümeti ve halkı yıldıracak kadar da güçlü olmasına karşın, İmparatorluğu savunamayacak kadar zayıftı; teknolojik ve taktik olarak üstün olan Avrupa ordularıyla son yüzyıl içerisinde yapılan ve yenilgiyle sonuçlanan bir dizi savaş bunun kanıtıydı. Yeniçeriler çoktan yarı zamanlı çalışan bir milis gücüne dönüşmüştü. Hisseli dükkan sahipliği ve haraca kesme yoluyla, pazardaki loncalarla kaynaşmışlardı. Askerî birliklere atanma belgeleri kendilerine ve korumakta oldukları dükkanlara ayrıcalıklı bir statü kazandırıyordu.
Yeniçerilerin esâme kağıtlarının sayısı, askerlerin gerçek sayısını kat kat aşmış ve para yerine geçen bir kağıda dönüşmüştü. İmparatorluğun görkemli döneminde ücretleri, kendilerine yapılan tımar bağışı yoluyla dolaylı yoldan ödenmekte olan sipahiler ise enflasyon yüzünden topraklarını terk etmek zorunda kalmışlardı, çünkü gelirleri sabit olmasına karşın çıkılan seferlerin maliyeti katlana katlana artmaktaydı. Sipahilerin sayısı 1800’e gelindiğinde büyük ölçüde azalmıştı. Bunun yanı sıra, sipahilerin temsil ettiği Ortaçağ atlı sınıfı türü de, o dönemin savaşlarında pek fazla varlık gösteremiyordu. Geç 18. yüzyıl savaşlarında, Osmanlı ordusu, askerlerini esas olarak Müslüman Anadolu’dan, Balkan köylülerinden ve kasabalardaki serkeş genç erkeklerden toplar hale gelmişti, ki bunların hepsine birden levend adı veriliyordu. En etkin Osmanlı birliklerinin bir kısmını, eyaletlerden ve İmparatorluğa tâbi devletlerden temin edilen yedek kıtalar oluşturuyordu.
Dr. Ali Şeriati (1933-1977), İranlı toplumbilimci ve İslam düşünürü. Paris'te doktora yaptıktan sonra İran'a döndü. Kadro, unvan ve serveti değil, mustaz'aflar uğruna kendini adama yolunu seçti. Tutuklandı ve "serbest" bırakıldıktan sonra da düşünmeyi ve konuşmayı sürdürdü. Kısa süren hayatı; düşünme, konuşma, yazma ve yol gösterme ile dolu geçti. İran gençliği üzerindeki etkilerinden rahatsız olan yönetim, daha önce de denenmiş bir düzene başvurdu: Ali Şeriati'ye yurtdışına çıkış izni verdi (Mayıs 1977).